Kahpe felek sana nettim neyledim
Üst üste iki Erzurum türküsü paylaşınca, Nisan ayı da gelince her bir dizesi ucu sipsivri kapkara bir hançer gibi yüreğime saplanan bir türküyü de paylaşmak istedim…
Memleketim Yeşilhisar
Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ şiirini Niğde’den Kayseri’ye giderken yazar, Bekir Sıtkı Erdoğan ise ‘’Hancı’’ şiirinde yolculuğunun bir kesitinde de Kayseri’den Niğde’ye giderken yazar... Ancak her iki şairin de yolculuk esnasında içinden geçtikleri ama şiirlerinde geçirmedikleri, şiirlerinde yer vermedikleri bir ilçe var: Yeşilhisar.... ‘’Han Duvarlar’’ı şiirinde Araplıbeli’nden sonra gelen, ‘’Hancı’’ şiirinde ise Niğde’den önce olan Yeşilhisar. Benim memleketim olan Yeşilhisar. ‘’Hancı’’ şiirinde ''sıla burcu burcu, ille ocağım, çoluk çocuk hasretinde kucağım'' diye geçtiğinde ilk aklıma gelen Yeşilhisar, ''Hancı'' şiirinde ''on yıldır evimin kapısı örtük'' diye geçtiğinde hemen aklıma gelen Yeşilhisar... İhmal edilmiş her Anadolu kasabası gibi küçük, şirin, yalnız, mağmum, mahzun, garip, sahipsiz ve kimsesiz Yeşilhisar....
Fatma Halam
İşte benim memleketim olan bu Yeşilhisar'da annenin kız kardeşine ‘’hala’’ denir. Ve benim de bir halam vardı; Fatma Halam... Namı diğer ''Baltacının Fadime'' ... Fadime Halam... Kocasının lakabı ''Baltacı'' idi...
Halam'ın, evlendikten sonra beş-altı yıl hiç çocukları olmamış…
Kasabamızdan ''demiryolu'' geçerdi, bu nedenle de her Anadolu kasabasında görülen küçük bir de istasyonumuz vardı kasabanın hemen kenarında… O zamanlar yük trenleri dışında bildiğimiz tek bir yolcu treni vardı, o da Toros Ekspresi idi; İstanbul'dan başlayıp, Ankara, Kayseri (Kayseri'ye girmeden, Boğazköprü'de aktarma yapıp), Yeşilhisar'dan geçip, Niğde üzerinden Adanaya'ya gidip gelen....
İstasyonda bir bebek
Bir yaz günü istasyon çalışanları bir trenin hareketinden hemen sonra istasyon yakınındaki üzüm bağından bir ağlama sesi duyarlar... Bir asma altına terkedilmiş bir bebekten gelmektedir bu ağlama… Bir bebek, bir kız bebek… Muhtemel sene 1954-1955…
Bebeği karakola getirirler… O zamanki şartlar... Yapacak bir şey yok, sorarlar çevreye bu bebeği evlatlık alacak kimse var mı diye… Halamlar alırlar bu bebeği, nüfuslarına kaydettirirler, evlat edinirler… Adını da Emine koyarlar…
Bu olayı Yeşilhisar’dan Em. Öğretmen Burhanettin Ergün; ''Yeşilhisar Tren İstasyonu yakınlarındaki bağa bırakılan bebeğin sesini bisikletiyle oradan geçerken rahmetli dayım İbrahim (Hacı) Atalay bularak karakola teslim ediyor'' diye anlatıyor...
Allah’ın hikmetidir, sual olunmaz, Emine aileye katıldıktan sonra Halamın arka arkaya üç erkek çocuğu olur… En büyük çocuk benden bir-iki yaş büyük, diğerleri birer, ikişer sene aralıkla dünyaya gelirler.
Emine Ablam
Emine ablam kendi öz ablamla yaşıttı, evlerimiz yakındı, kendisini de abla bildim, çocukluğum beraber geçti, elinde büyüdüm sayılır…
Emine ablam on iki yaşına gelince sokakta oynarken çocuklar kendisine ‘’bulduk’’ diye takılırlar, Halama sorar Emine ablam, ‘’bunlar ne diye bana böyle takılıyorlar’’ diye… Halam artık Emine ablamın büyüdüğünü düşünerek gerçeği anlatır… Emine ablam iki - üç gün hiç bir şey yemez içmez, sessiz bir hıçkırıkla için için ağlar iki gün boyunca köşelerde bucaklarda, kuytu yerlerde, sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatına…
Emine ablam 14 yaşında iken Yeşilhisar'a bir aile gelir, giderler karakola ‘’biz’’ derler ‘’biz 14 yıl önce kızımızı istasyonda kaybetmiştik.’’ Sonuçta ulaşırlar Halam'a, haber verirler Emine ablama... Emine ablam ‘’benim annem babam burada, başkasını bilmiyorum’’ diyerek gelenleri görmek bile istemez… Gelen aile eli boş giderler… Gidiş o gidiştir... Bir daha hiçbir haber gelmez…
Emine ablam 16-17 yaşında iken Halamın kocası ablamı kasaba yakınındaki bir köyün ağasının oğluna verir hiç ablama sormadan... Ağanın oğlu askerde iken çavuşmuş, bu nedenle kendisine ‘’Ali Çavuş’’ derlerdi, hayal meyal anımsıyorum, bir de atı vardı, kasabaya atı ile gelirdi, atı ile bir yürüyüşü vardı, bir edası vardı, bir havası vardı, bir çalımı vardı... Çocuktum, babamın bu evliliğe karşı olduğunu hatırlıyorum… Eniştem fakirdi, ağa da zengin, eniştemin bu nedenle ablamı bu ağa oğluna verdiğini tahmin ediyorum…
Ablamın bir kızı oldu bu evlilikten, adı ilginçti; ‘’Turiye’’. ''Turiye'' bizim o yörelerin isminden değildi... ''Turiye''; Emine ablamın kayınvalidesinin ismiydi... Meğer ablamın kayınpederi askerliğini yaptığı yöreden kaçırıp getirmişti köyüne eşi olan Turiye'yi... Ve bu ismi de torunlarına vermişlerdi...
Ancak bu evlilik yürümedi... İki yıl sonra ablam boşandı, kızını köyde bırakarak baba evine döndü…
Bu sırada eniştem vefat etti. Eniştem Sultan Sazlığından saz kesip satarak geçimini sağlardı. Son kez Sultan Sazlığına gittiğinde günlerce haber alınmaz kendisinden. Meğer çalışırken, orakla saz keserken kalp krizi geçirir, günlerce sazlıkta su içinde kalır naaşı.. Sazlıkta eniştem aranırken tüm kasabanın seferber olduğunu hatırlıyorum.
Eniştemin vefatından yıllar sonra da halam bir başkası ile evlendi... Ablam evde kendisinin aileye katılmasından sonra dünyaya gelen o üç erkek çocuğa hem annelik, hem de babalık yaptı.... O çocukların üçünü de yetiştirdi, büyüttü, okuttu ve evlendirdi...
Çocuklar evlenince ablam de kasabamızdaki çocuğu olmayan bir adama imam nikâhı ile ikinci eş olarak evlendi... Sonra kocası vefat etti, adam varlıklı idi, bütün mal varlığı resmi nikâhlı eşine kaldı… Yaklaşık sekiz on yıl önce üçüncü evliliğini yaptı, Kayseri'ye yerleşti... Mutluydu… ‘’İkindi güneşi görüyorum’’ derdi, ‘’güz güneşi görüyorum’’ derdi…
Hayatta hiçbir şeyden müşteki değildi ablam... Kendisiyle barışıktı, çevresiyle barışıktı... Hep hayata pozitif bakardı... Hayatla hep dalga geçer, hayata şaka yapardı hep... Hep gülerdi ablam... Özellikle gözlerine hayrandım... Gülünce gerçekten gözleri gülerdi ablamın…
2012 yılı Nisan ayında memleketimden kendi öz ablamla telefonla görüştüm…
‘’Emine ablanın sana selamı var, Kayseri'den geldi bir süre buradaydı, ‘uzun zamandır Osman'ımızı -bana hep böyle hitap ederdi Emine ablam - göremedim. Osman'ımızı özledim’ diyor’’ demişti... Üç gün sonra tekrar aradı kendi ablam; ‘’Osman’’ dedi; ‘’Osman'ım sana kötü bir haberim var...’'
Emine ablam o pazar günü Kayseri'ye evlerine döner… Kayseri'deki yeğenimi (öz ablamın kızı) arar… ‘’Annen sana vermek üzere bana bir şeyler verdi yarın -pazartesi- saat 10.00’da sana geleceğim’’ der... Pazartesi gelmez ablam... Salı da gelmez... Yeğenimin cep-ev telefonlarına da cevap vermez... Yeğenim evine gelir kapı zili de cevap vermez… Polis çağırırlar... Kapı kırılarak açılır... İçeride kesif bir is kokusu vardır ve ablamım bir tarafta, kocasının bir tarafta cansız bedeni bulunur... Pazar günü akşam yatmadan sobayı yakmışlardır…
Cenazesine yetişemedim, daha sonra gittim...
Önce doğumundan beri bildiğim, ancak hiç görmediğim kızı Turiye’yi, sonra benden bir iki yaş büyük olan erkek kardeşini ziyaret ettim... Başsağlığı diledim. Diğer kardeşleri cenazeye gelmiş ve dönmüşlerdi... Turiye annesine o kadar benziyordu ki, hele hele gözleri, bir an için ablamla karşılaştım zannetmiştim…
Ziyaretlerden sonra mezarlığa gittim.... Emine ablamın mezarı başına geldiğimde kafese konmuş yabani bir kuş gibi kendi göğüs kafesimde çırpın çırpın çırpındı kalbim.... Dualar okudum… Hıçkıra hıçkıra ağladım… İçin için ağladım... Sessiz sessiz ağladım.... Gözlerimden tıpır tıpır yaşlar döküldü... ’’Abla’’ dedim... ''Abla, kahpe felekten alacağın kaldı'' dedim... O an sarısı, kırmızısı, moru, alı ile baştanbaşa kır çiçekleri ile bezenmiş mezarlık etrafımda dönmeye başladı... Dönmemesi lazımdı... Yere çöktüm...
Sonra mezarlığı ziyaret ettim baştan başa... Fark ettim ki, dünyadaki tanıdıklarım, akrabalarım azalmış, öte dünyaya gidenlerim, göç edenlerim çoğalmıştı...
Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere...
Memleketimden ortaokuldan beridir ayrıydım… Memleketime genellikle senede bir kaç defa göçmen kuşlarının özlemi ve bir güvercin ürkekliği ile gelir, kısa sürelerde kalır, bu kısa sürede bir kedi sessiliği ve bir ceylan hızıyla ziyaretlerimi yapar ve sessiz ve sedasız geldiğim gibi geri dönerdim… Ruhumu, kalbimi, gönlümü, benliğimi, yüreğimi, çocukluğumu, gençliğimi, mazimi ve hayallerimi hep orada bırakır, ben kendim dönerdim...
Bu gittiğimde de bahardı... İsimlerini unutmadığım o rengârenk kır çiçekleri her tarafı kaplamıştı… O ovanın ve o bahçelerin kayısı ağaçlarının, erik ve kiraz ağaçlarının o bembeyaz çiçekleri solmuş, yerini elma ağaçlarının o harikulade pembe pembe açmış çiçekleri almıştı… Ceviz ağaçları ‘’ana baba kokusu’’ denilen o mis gibi kokulu filizlerini vermişti… Bahçelerde ise zambaklar, susamlar açmıştı... Her defasında olduğu gibi kalbimi, gönlümü, zihnimi orada bırakıp bir mahzun, bir mağmum, bir üzgün, bir durgun şekilde sanki arabam geri geri gidercesine döndüm memleketimden…
Kahpe felek sana nettim neyledim
Memleketimden dönüş yolunda yol kıvrım kıvrım, büklüm büklüm bir yılan gibi kıvrılıp akıp giderken, hep kafamda uğuldadı durdu Sivas Divriği'nin bir türküsü... Âşık Veysel söylerdi, Ali Ekber Çiçek söylerdi, Bedia Akartürk söylerdi. Emine ablam gözlerimin önünde, beynimde ise takılmış bir plak gibi döndü durdu bu türkü yol boyunca;
''Kahpe felek sana nettim neyledim
Attın gurbet ele parelerimi
Akıbeti beni sılamdan ettin
Kestin mümkünümü çarelerimi''
Ve her bir dize ucu sipsivri kapkara bir hançer gibi defalarca saplandı durdu yüreğime; ''Kahpe felek sana nettim neyledim'', ''Kestin mümkünümü çarelerimi'', ''Ben kemlik görmedim hüsn-ü aladan'', ''Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan'', ''Dost olan bağlasın yaralarımı''...
''Şu dağların arkasını bilirim
İflah olmam ben bu dertten ölürüm
Vadem yeter çöl gurbette kalırım
Yine ben sarayım yarelerimi''
Feleğe hiç sual olunur muydu, hiç sitem edilir miydi ki, 2014 Ocak ayında da Halamın en küçük oğlunu, tüm bir hayatı yokluk, zorluk, güçlük ve kavgalarla geçmiş Yakup’u genç yaşta kaybettik… Bunca çileye bedeni dayanamamıştı...
Mekânları cennet olsun, nûr içinde yatsınlar…
Türküdeki ''Dost olan bağlasın yaralarımı'' dizelerini Emine ablam öte dünyadan sanki şöyle terennüm ederdi:
''Dost olan yâd etsin hatıralarımı.''