Osman Aydoğan


Züleyhâ (2)


Fakat Züleyhâ´nın ağır aşkı Yusuf´un zindanı boylamasına neden olmuş. Bir Arap şair şöyle demiş Yusuf zindana giderken: ?´Herkes, Yusuf´un yırtılmış gömleğine bakıyor. Kimse, Züleyhâ´nın paramparça olmuş kalbine bakmıyor.´´ Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyhâ´yla evlenmiş. Büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe de Doğu Batı Divanı (West-östlicher Divan) üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer´e benzeterek en güzel şiirlerini Züleyhâ için yazmıştır ?´Suleika´´ ismiyle. Goethe bu derin aşkı yaşarken yazdığı divanın ?Züleyhâ Kitabı´´ bölümünde ve aynı adlı şiirinde bir destanla eş değer tutulacak kadar uzun soluklu aşkını dile getirir. Ünlü şair, bir şiirinin sonunda Marianne´ye şöyle hitap eder: ?´Adın ebedî Züleyhâ olsun derim?´´ Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu´nun ?´Yusuf ile Züleyhâ (Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün)´´ (Timas Yayınları 2016) isimli yine şiir gibi anlatımı olan bir kitabı var. Bu kitapta geçerdi: ´´?İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyhâ mı? Zindan kimin kaderi, Yusuf´un mu, Yakup´un mu yoksa Züleyhâ´nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyhâ yok aslında. Hepsi bir, hepsi o bir, hepsi tek bir...´´ Bu kitaptan üç bölüm aktaracağım. Birincisi: ´´Züleyhâ´nın Yusuf´a mektup yazması´´; ´´Yusuf" yazdı Züleyhâ, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ´´Bir satır ileri geçsem hitaptan´´, dedi, ´´yanacağım´´. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyhâ devam etti: "Ah benim Yusuf´um, ah benim, ah/senim´´, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyhâ Yusuf´a bir mektup yazmaya başlayınca "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın nâmesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyhâ´nın lügatinde "Yusuf´´tan öte sözcük yok. "Yusuf´´, dedi, ´´kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.." İkincisi: ´´Tasavvuftaki ´varlık´ kavramının anlatılması´´; Bir gün Yusuf´un güzellik şöhretini duyan bir bedevi, çöller aşıp seraplara kanmadan, vahalarda duraklayıp hiç yolundan sapmadan Yusuf´u görmek için Kenan iline varmıştı. Yanına vardığı zaman, Yusuf, o güzellik güneşi, çocukça bir sevinçle gülümsedi. Ve dedi: "De bakalım ey bedevi, bunca yolu aştın ve geldin. Bir yükün olmalı. Sözün hazinesinden ya da meta denizinden ne getirdin bana?" Yoksul bedevi gülümsedi. Ve dedi ki: "Yusuf, ey Kenan´a doğan dolunay! Ey varlığı varlıklara sebep olandan nişane olan! Gülümsedin, içim aydınlandı. Baktın ve konuştun ya benimle artık yitmem, eskimem. Lakin güzelliğin denizinde yekta inci iken sen, benim gibi yoksul bir bedevi sana ne verebilir ki? Sende olmayan, bende, ne olabilir ki?" Böyle diyerek bedevi, sırtındaki deve tüyü heybeden bir ayna çıkardı usulca. Küçük, yuvarlak bir el aynası, kıymetsiz bir şey. "Sana" dedi, "en uygun armağan bir ayna olabilir yine de. Bir ayna ki baktığında kendi güzelliğini görebilesin. Ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya, nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir şey değildir senin de güzelliğin. Sen suretsin, o asıl. Sen fersin, o mana. Sen bedensin, o ruh. Sen gurbetsin, o yurt. Sen parçasın, o bütün. Sen gölgesin, o ışık." Böyle söyleyip de geldiği uzun yolları aşmak üzere geri dönerken bedevi, Yusuf baktı elindeki aynaya. Ve "bildim" dedi. "Her şey o´ndan, sen de o´ndan, ben de o´ndan! Bunu söylemek istiyorsun. Ve ben bunu biliyorum.´´ Üçüncüsü de: ?´Züleyhâ´nın gülümsemesi´´; Bir gün Züleyhâ, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyhâ´ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyhâ gibi takamazdı. Birden bir meczup, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyhâ´nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyhâ tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyhâ´nın yüzüne bakmaya başladı meczup, "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni!" Züleyhâ kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczup oralı bile olmadı. "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem." Züleyhâ bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczup sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi. O günden sonra Mısır´ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ?´Züleyhâ´nın gülümsemesi." Ve siz, ey gözleri olanlar! Bir gülümsemenin bir nasıl sadaka olduğunu bilir misiniz? Ve siz, ey kalpleri olanlar! Sevmenin bir nasıl duygu olduğunu Züleyhâ gibi bilir misiniz? ´´Züleyhâ...´´ dedi, ´´sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem.´´