Osman Aydoğan


Yürüyün! (4)


O vakitler Türkiye´deki çok sevdiğim bir arkadaşıma buradan hep mektuplar yazardım ?´Türkiye Mektupları´´ diye? Sonra da numaralandırırdım bu mektupları. Kimi 20 sayfa olurdu kimisi de 30 sayfa... Birisinde de tam 40 sayfa bir mektup yazmıştım? Beğeneceği umuduyla Şehriyâr´a da göstermiştim? Dikkatlice okuduktan sonra da beğenmediğini belli edecek şekilde yüzünü buruşturarak ?´topu topu iki - üç sayfalık bir düşünceyi kırk sayfaya dağıtmışsın, berbat olmuş´´ demişti? Çoook sonraları Türkiye´ye döndüğümde bu arkadaşımın bu mektuplarımı biriktirerek birkaç klasörde muhafaza ettiğini görmüştüm. Bir vakitler bir camı didikleyen bir tavuk görmüştüm? Sonra fark ettim ki tavuk kendi görüntüsünü öpüyordu. Yazmanın da böyle bir şey olduğunu fark ettim zamanla. İnsan bir iletişim ve diğerleriyle buluşma ihtiyacından dolayı yazıyordu, kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni paylaşmak için yazıyordu, insan kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı yazıyordu? Kendi görüntüsünü didikleyen tavuk gibiydi aslında yazan insan? Benim bu kısa dalgınlığım ve kendisinin de kısa bir duraklamasından sonra da ağır ağır şöyle konuşmuştu Şehriyâr: ?´Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Kutsal Tin´e karşı işlenen en büyük günah yerinden kıpırdamamaktır.´´ Edebi ve felsefi eserler hakkında da şunları söylemişti: ?´Duvarların arasına hapsolmuş, sandalyelerine çakılıp kalmış yazarların kitapları hazmedilmeyecek kadar ağırdır. Onlar masada duran kitapların derlemelerinden doğarlar. Bu kitaplar semiz kazlara benzer: Alıntılarla beslenmiş, referanslarla doldurulmuş, dipnotlarla oldukları yere çökmüşlerdir. Gülle gibidirler, obezdirler, sıkıcıdırlar ve güçlükle, yavaş yavaş okunurlar. Oysa eserini yürürken yaratan yazarın böyle prangaları yoktur; düşüncesi başka ciltlerin kölesi değildir, doğrulamalarla ve başkalarının düşünceleriyle hantallaşmamıştır. Kütüphanelerde doğan kitaplarsa ağır ve sığdır, birer kopya seviyesinde kalırlar ancak.´´ Sonra da kendisinden örnek vermişti: ?´Kıpırdamadan oturduğumda düşüncelerim uykuya yatıyor; tahayyülüm bacaklarımla daha iyi ilerliyor.´´ Gerçekten öyleydi; sanki Şehriyâr bacaklarını felsefenin hizmetine sunan bir kişiydi... İlk tanıştığımızda çalışma odasını sormuştum. O zaman önümüzde uzanan uçsuz bucaksız vadiyi göstererek; ?´işte çalışma odam!´´ demişti. Ve eklemişti: ?´Yaşamak için ayağa kalkmışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.´´ Şehriyâr anlatırken bazen dalıp giderdim? Her zaman dikkatimi toplayamazdım anlattıklarına... Bu zamanlarda da ya konuyu değiştirir ya da sesini yükseltirdi? Yine öyle olmuştu? Konu değişmişti? Ben elde kalemim ne yazacağımı düşünürken o anlatmaya başlamıştı: ?´Tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır. Yalnızlıklar nasıl muhtelifse, sessizlikler de muhteliftir. Aslında bizi yalnızlığa sürükleyen de çoğunlukla başkasıyla karşılaşmaktır. Sohbet kendinden ve farklıklarından bahsetmeye götürür kişiyi. Ve bu başkası da bizi, tarihimiz ve kimliğimiz içindeki, bencil ve yalanlar söyleyen özümüze taşır yavaş yavaş... Sanki hep öyleymişiz gibi... Sessizlik, çoğunlukla, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyordu bana...´´ Benim düşünceli halim Şehriyâr´ı etkilemişti ki hemen tekrar konuya dönmüştü; ?´Başlangıçtaki sorun üzerine ben sana ne demiştim?´´ dedi? Ne demişti ki? Notlarımı karıştırırken; ?´sen arama yazdıklarını, bulamazsın şimdi, söyleyeyim sana ne dediğimi´´ diyerek cevap vermişti; ´´Sana demiştim ki ?Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirdiğinde hem doğa ile uyumlu hale gelirsin hem sadeliğe kavuşursun hem de huzur ve şifa bulursun!´ ´´