Osman Aydoğan


Yürüyün! (2)


Sabahları da hep erken, gün doğmadan kalkardı Şehriyâr? Hep güneşin doğuşunu bir tepe üzerinde seyrederdi. Bunun nedenini sorduğumda da; ?´Sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder´´ derdi... Tane tane bana; ?´Yürüyen kişi toprağın evladıdır. Yürüyen kişi kraldır, dünya da onun krallığıdır. Yürümek insanın ruhunu dinlendirir? Yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize. Yürümek; kiri pası ovulmuş, safrası atılmış, sosyal becerilerden kurtulmuş, kofluklardan ve maskelerden sıyrılmış bir hayat yaşamaktır. Ayrıca yürüyüşte bir onur vardır: Dik dururuz. Yürümek kusursuz bir sadeliktir. Yürümek öfkeyi söküp alır, insanı arındırır.´´ demişti? Ve anlatmıştı bana yürüyüşü Şehriyâr: ?´Yürümek spor değildir. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. Yürümek öncelikle erteleme özgürlüğü sunar. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar. Yürürken dikkat edeceğimiz tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürüyüşçüyü çağıran ve evinde hissettiren de budur: Manzaralar, ovalar, tepeler, renkler, bitkiler, ağaçlar... Tepelerin arasında kıvrılan patikanın büyüsü, sonbaharda lâl ve altın rengi örtülere bürünmüş üzüm bağlarının güzelliği, meşe yapraklarının bulutsuz yaz göğünün altındaki gümüşi pırıltısı? Görkemli manzaralar, onu yürüyerek fetheden kişiyi hem yere serer hem de muzafferane bir kuvvetle doldurur. Bir yandan zafer çığlığı atmak, bir yandan yere kapanıp ağlamak ister yürüyen kişi. Bakışlarıyla hükmettiği dağın görüntüsü onu ezip geçer. Maddi olan şey aldatıcıdır, değişken ve görecelidir, beden bir kılıftır, hakikatse ruhta, fikirde ve zihinde gizlidir. Doğadan, güneşten, rüzgârdan, topraktan ve gökyüzünden daha hakiki bir şey yoktur; onların hakikati de sonsuz enerjilerinde saklıdır.´´ Bu noktada durup derin derin uzaklara bakmıştı Şehriyâr? Sonra da sanki yanında ben yokmuşum gibi kendi kendisine mırıldanmıştı; ?´Aşktan, paradan, şöhretten ziyade hakikati verin bana? Hakiki yaşamı verin bana? Ve hakikate sağlam bir kayaya tutunur gibi sıkıca tutunmak gerekir.´´ Şehriyâr anlatırken o zaman Celâlâbâd´da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçiyordu. O beyaz bulutlar çekip çekip evlerine gidiyor, yerine, Hindikuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geliyordu... Yavaş yavaş pastel bir renk alıyordu uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler. Sarı, kahverengi, kırmızı ve soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakıyordu ellerini kaldırmış Tanrı´ya dua eden bir insanmışçasına. Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa Şehriyâr bana anlatırken. Yine sakin sakin ?´yürüyüş´´ü anlatmaya devam etmişti Şehriyâr: ?´Yürümek her zaman bir başına öylesine dolanmak, amaçsızca takılmak anlamına gelmez? Ciddi ciddi yürümekle şöyle bir gezintiye çıkmak arasındaki fark vardır. Kalabalıkta yürümek de değildir benim kastettiğim. Benim kastettiğim yürüyüş sizlerin kalabalık caddelerde, şehirlerde yürüyüşünüz de değildir. Kalabalıkta herkes iki şekilde sıkışmıştır: Hem hızlı olması gerekir hem de sürekli engellenir. Aceleyle gidip gelen kişinin bedeni hızlandıkça, zihnin verimi azalır. Kalabalık içinde olmak, tüketiliyor olma intibaı uyandırır: Bedeni kısıtlayan hareketler, bedeni sarsan ani krizler. Sokaklar, bulvarlar tarafından tüketilir insan. Tabelalar ve vitrinler yalnızca meta değiş tokuşunu ve dolaşımını güçlendirmek için vardır.´´