Osman Aydoğan


Yandı ciğerim de canan buna ne çare?


Erol Toy´un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ´´Toprak Acıkınca´´ (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı? Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen... - ´´Nine ölüm nedir?´´ - ´´Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?´´ - ´´Neye nine´´ - ´´Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan´ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır. ´´ Susar nine... Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder: -´´İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.´´ Terörden bir tohum gibi toprağa düşen gencecik askerlerin, polislerin, insanların haberleri gelince hep bu nineyi anımsarım... İhmalden, ilgisizlikten, bilgisizlikten, para hırsından çöken maden ocaklarında bir tohum gibi canlı canlı toprağa gömülen, tutuşan, yanan yurtlarda diri diri yanan, işgüvenliği eksikliğinden, bilgisizlikten, kuralsızlıktan iş kazasından, trafik kazasından yiten, katledilen insanlarımızın haberleri gelince yine bu nineyi hatırlarım... Düşünür, sorgularım... Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez, ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu? 1´nci Dünya Savaşı´nda, Enver Paşa, Galiçya´ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşmış...Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışıyormuş... Bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ´´Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım, demiş, arkanda ne kaldı?´´ Nefer boynunu bükmüş: ´´Arkamda´´, demiş, ´´arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...´´ Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta... Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış?. Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı?Onlarca genç insan? Necip Fazıl´ın ?´Akşam´´ isimli güzel bir şiiri vardı: ?´Güneş çekildi demin, Doğdu bir renk akşamı. Bu, bütün günlerimin, İçime denk akşamı.´´ Şiirde olduğu gibi Güneş çekilip dağların ardından batarken bir renk akşamı doğar ve dağlar külsüz, dumansız bir kor gibi alev alev yanar ya, işte ben her şehit haberinde, her felaket haberinde, her bir tohum gibi toprağa düşen can haberinde öyle yanarım... Bir alev topu gibi alaz alaz yanarım, bir kor gibi için için yanarım, tutuşmuş bir çıra gibi usul usul yanarım... Böylesi günler, bütün günlerimin içime denk akşamıdır. Böylesi günlerde bütün dünyanın ormanları içimde tutuşmuş gibi alev alev yanarım... Erzurum yöresinden Muharrem Akkuş ile Yücel Paşmakçı´nın derledikleri bir türkü vardı, askere gidip de dönmeyen evlat acısını anlatan; ?´Eledim eledim höllük eledim Aynalı beşikte canan bebek beledim Büyüttüm besledim asker eyledim Gitti de gelmedi canan buna ne çare Yandı ciğerim de canan buna ne çare´´ Daha sonra bu türküye Kore Savaşı nedeniyle bir dörtlük de eklenmişti; "Kore dağlarında ot kucak kucak ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak rahmet yerine kurşun yağacak gitti de gelmedi canan buna ne çare" Bugün artık Kore´nin dağlarında kucak kucak otlar yanmıyor ama bugün tüm bir milletin ciğeri yanıyor. Gitti de gelmedi canan buna ne çare? Yandı ciğerim de canan buna ne çare?