Osman Aydoğan


Ulus devlet ve Türkiye Cumhuriyeti

Ahmet Vefik Paşa’yı uzun uzun anlatmıştım


Ulus devlet ve Türkiye Cumhuriyeti

İki gün önce Ahmet Vefik Paşa’yı anlatırken, Ahmet Vefik Paşa’nın ‘’Türkçülük hareketinin öncüsü’’ olduğunu yazmış ve ardından da Ahmet Vefik Paşa’yı uzun uzun anlatmıştım. Ve yazımın sonunda da ‘’Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, ‘Türk’ sözcüğünü bir ‘ırk’ kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘Türk’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder’’ diye de bir cümle kullanmıştım.

Ahmet Vefik Paşa hakkında yazdıklarım ve bu cümlem bana sanki izaha muhtaç gibi göründü…

Öyleyse izah edeyim…

Ama önce tarihte kısa bir yolculuk yapmamız gerekiyor…

Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. Fransız devriminden hemen sonra ard arda Avrupa’da “ulus devlet”ler kurulur…

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ‘’ulus devlet’’ olarak Batı ve Kuzey Avrupa; ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya; ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''devlet’’e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilirler...

Fransız ve Alman uluslarının oluşumu

Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. (Devletten millete - from state to nation)

Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluştururlar. Ve bir ulus devlet kurarlar: Deutschland (Almanya)... 

Ardından Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.

Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur…

Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir. 

Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman alır, daha sonra oluşur…  

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları

Avrupa’da ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemindedir.  İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatır.

Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir..

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğunu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise, ırka dayalı bir sistem içinde siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir.

Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir…Şöyle ki:

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Osmanlı tarihi araştırmacısı Selim Demirgil’in ‘’İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamit Dönemi 1876-1909’’ (Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları, 2002) isimli çok güzel bir kitabı var.

Yazar bu kitabında Osmanlının resmi tarihçisi ve ünlü bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 - 1895) bir raporuna yer veriyor. (s.186) Ahmet Cevdet Paşa bu raporunda diyor ki:

“Devlet-i Âliyye, Yavuz Sultan Selim zamanından berü hilafet-i seniyyeyi haiz olduğuna nazaran din üzerine müesses bir devlet-i azimdir. Lakin andan evveli bu devleti tesis edenler Türk oldukları cihetle hakikat-i halde bir Devlet-i Türkiye’dir. Ve ibtida bu devleti teşkil eden Âli Osman olduğu cihetle Devlet-i Âliyye dört esas üzerine mebnî bir heyet demek olur. Yani hükümdarı Osmanî ve hükümeti Türkiye ve dini İslam ve payitahtı İstanbul’dur. Bu dört esastan hangisine zaaf gelirse bina-i devletin dört direğinden biri sakatlanmış olur.”

Özetle ve günümüz Türkçesiyle diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Osmanlı İmparatorluğu dört ayak üzerine kurulmuştur: Osmanlı Hanedanı, Türk Hükümeti, İslam dini ve başkenti İstanbul...’’

Ve raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa: “Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak kavimlerini yekvücud eden cihet vahdet-i İslam’dır. Vakıa Devlet-i Âliyye’nin asıl kuvveti Türklerdir. Bunlar, mahvoluncaya kadar Hanedan-ı Osmanî uğrunda can feda etmek kendü kavmiyetlerince ve hem de diyanetlerince vacibat-ı umurdandır...”

Günümüz Türkçesiyle raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak vs. kavimleri birleştiren İslam birliğidir amma... Devletin asıl kuvveti Türklerdir... Türkler, Osmanlı Hanedanı için canlarını feda etmeyi gerekli işlerden sayarlar...’’

Günümüzde ‘’Türk’’ adını kullanmaktan imtina edenler, devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar, okullardan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye andı kaldıranlar hem Osmanlıcı geçinirler hem de görüldüğü gibi Osmanlı tarihini bilmezler. Neyse, bu onların sorunu, biz gelelim konumuza: Görüldüğü gibi Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir...

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir ki Balkanlar Osmanlının anayurdudur… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...

Kurtuluş Savaşı

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atarlar sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’Türk ulus devleti’’ni bölmek, parçalamak istercesine: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmaz, devam ederler: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye…

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasidir. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile Mussolini’nin İtalya’da, ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile de Hitler’in Almanya’da parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açmıştı. Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım.

İşte bu nedenle, böyle bir tehlikeye kaymaması için Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin iki temel koruması, garantisi ve özelliği vardır. Bunlardan birincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık'', diğeri ise ''parlamenter demokrasi''dir… Bu ikisi olmazsa Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet cumhuriyet olmaz, başka bir cumhuriyet olur, adı cumhuriyet ama faşizme doğru evrilen başka bir rejim olur...

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger  (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi. 

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devlet, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evrilirler. Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur.

- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır.

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…

Sonuç

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur... 

TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır...

Bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı en büyük tehlike ve tehdit; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşması ve Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, anadireği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 97’inci ve TBMM’nin ve açılışının 100’üncü yılında Cumhuriyetin ve TBMM'nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur... 

Bu tehlike gerçekleşirse benim ‘’Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, ‘Türk’ sözcüğünü bir ‘ırk’ kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘Türk’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder’’ sözüm havada kalır… Bu sözümün garantisi parlamenter ve tam demokrasidir…

İzahım uzun olduysa da gerekliydi. Affola…