Osman Aydoğan


Tutam yâr elinden tutam (2)


Santrallere, telefonlara kayıtlar vererek, saatlerce, bazen de günlerce bekleyerek zorluklarla Kâbil´den ulaşabildiğim annemin sesi hep üzgündü o zamanlar? Hep sorardı o üzgün sesiyle: ?´Neden Kâbil?´´ diye. ?´Neden, neden???´´ Böyleydi işte benim yıllar yıllar öncesinde, tahminim bir otuz yıl kadar öncesinde Kâbil´e, sonrasında da Celâlâbâd´a o ilk gelişim. Ve böyleydi işte birdenbire ve ilk defa o kocaman kocaman dağlarla baş başa, yapayalnız kalışım? Ve böyleydi işte benim yine ilk defa o kocaman kocaman yalnızlığımla da baş başa, bir başına yapayalnız kalışım? Ama ben, bu dağların arasında asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir´in o çok sevdiğim dizeleri ile baş başa kalmıştım aslında: ´?Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, senin etinden, tırnağından ayrı, senin kokundan uzak.´´ Dizedeki gibiydi işte; beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodulardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, memleketimden, sıladan, sevdiğimden uzak.... O günlerimde Kâbil´de yılların nasıl geçtiğini de pek anlamazdım, pek bilmezdim aslında. Birbiri ardına, ardı sıra, hep birbirinin aynısıymışçasına akıp giderdi yıllar. Bu yıllar bana Kemalettin Kamu´nun ?´Bingöl Çobanları´´ isimli şiirini anımsatırdı; ?´Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni, Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.´´ Her şey ama her şey tekdüze idi buralarda? Yıllar biri birisinin kopyası gibi geçerdi? Ve kuzuların doğuşu idi bize yılların geçtiğini haber veren? Kâbil´e bu ilk gelişim bir kaçıştı, bir unutuş süreciydi aslında? Her hayatın bir kaçış, her kaçışın da bir arayış olduğunu bilirdim? Ancak Kâbil´e bu ilk gidişim Kaf Dağlarının ardındaki ´´Mehlika´´yı arayış değil, ´´Mehlika´´dan kaçış ve unutuş süreciydi? Bir kedinin kuyruğu gibiydi kendisinden kaçtığım? Ben kaçtıkça arkamdan geldi, onu yakalamaya çalıştığımda da benden kaçtı? Bilmezdim ki tam otuz yıl sonra, bu ikinci gelişimde de Kâbil´de tekrar beni bulacak? Cervantes söylerdi zaten hep; ?´Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır.´´ Kâbil´e yıllar yıllar sonra (yaklaşık bir otuz yıl sonra) bu ikinci gelişim de ayrı bir hikâyeydi zaten... *** Zamanla her şeye alışırmış insan? Zamanla ben de alıştım buralara? Burada bana yaşamımın en büyük öğretisi olarak; aslında yaşadığım her bir zorluğun ve kendime düşman bildiğin her bir şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğrenmem oldu? Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini erken yaşlarda öğrenmem oldu? Kâbile gelirken, zaten fazla bir eşya da alamazdık yanımıza, küçük bir valizim vardı, valizin içinde üç beş parça şahsi eşyam geri kalan ve çoğunluğu oluşturan ise kitaplar? Ve Türkiye´ye giden veya Türkiye´den dönen, gelen herkeslere kitap siparişi vermiştim buralarda kaldığım yıllar boyunca... Ve böylelikle aslında nerdeyse bir üniversite bitirmiştim ben Kâbil´de, Celâlâbâd´da? Ve ben sonuçta, buralarda okudukça anladım ki; kitapların amacı yaşamayı öğretmek değildi aslında. Kitapların amacı; içimizdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmaktı, kendi içimizde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini bulmaktı. İşte burada da bana öyle olmuştu; kitaplar ve bu dağlar, içimdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmıştı, kendi içimde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini vermişti... Ve sonunda burada, ancak bu şartlarda, gerçekte hayatta ihtiyaç duyulan tek şeyin, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişme olduğunu idrak etmiştim. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrendim buralarda... Ve anladım ki varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaranlar ayakta kalıyordu bu dünyada... Tabii bu kavrayış, anlayış ve öğretiler de birdenbire gökten vahiyle inmemişti bana... Bütün bu kavrayış, anlayış ve öğretileri de burada tanıdığım ve bana birebir öğretmenlik yapan, beni ben yapan Şehriyar´a borçluydum, onun sabahlara kadar bana anlattığı derslerine borçluydum... Ve şehriyar hep bana şöyle derdi: ?´Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.´´ Gerçekten de o zaman ben kendi kişisel menkıbemi yaşıyordum ve hayat da bana karşı cömertti... Bu düşüncelere ulaştıktan bir süre sonra da tam bir teslimiyetle kendimi bırakmıştım o dağların kuçağına... Sonra bütünleşmiştim o dağlarla? O dağlar, o muazzam Hindukuş Dağları, o dağlar, o dağlar ben olmuştum işte? Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim... ´´Tek´´dim buralara geldiğimde o dağlarla ´´bir´´ oldum, ´´bütün´´ oldum, birleştim... O dağlar ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... O dağlarda akarsu oldum, aktım... O dağlarda çiçek oldum açtım? O dağlarda rüzgâr oldum, estim? O dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu, eridim... Ben o dağların, o coğrafyanın bir parçası oldum... Asaf Hâled´in ?´Dağların Delisi´´ isimli şiirindeki bir dize gibi: ?´Benim gönlüm dağa düştü.´´ Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağlara düşmüştü? Bu dağlarda, bu yaylalarda, bu vadilerde, bu yaz aylarında, bu kış aylarında, bu ilkbaharda, bu sonbaharda hep ama hep işte bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, hayalimde hep bu türkü vardı zihnimde: ´´Birin bilir binin bilmez Bu dünya kimseye kalmaz Yar ismini desem gelmez (olmaz) Düşer dillere dillere´´ ?´Tutam yar elinden tutam´´ türküsü; bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü... Bu türkü Kaf dağlarına gidenlerin türküsüydü? Sadece benim değil ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ?´´Tutam yar elinden tutam.´´ Burada bu dağlarda, bu coğrafyada bu türkünün sözü de tınısı da içimi sızlatırdı, yüreğime dokunurdu, dokunmakla yetinmez yüreğimi bir ok gibi deler, ciğerlerimi bir bıçak gibi keser, bir ataş gibi yakardı beni. Hani derler ya ?´burnumun direğini sızlattı´´ diye? İşte gerçekten burnumun direğini sızlatırdı bu türkü? Bu dağlarda, bu muazzam uzaklıklarda nasıl sızlatmasındı ki, değil mi? ´´Emrah eydür bu günümdür Arşa çıkar tütünümdür Yare gidecek günümdür Düşsem yollara yollara´´ Türküde arşa çıkan tütün değil bir feryâttı, bir figândı, bir yakarıştı, Allah´a bir duaydı? Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatırdı? Ama en çok da içimde yalnız, yapayalnız, öksüz bıraktığım ama onun beni yalnız bırakmadığı, benimle beraber teee Kâbil´lere, Celâlâbâd´lara kadar gelen sevdamı anlatırdı? Sadece beni değil Kaf dağlarına giden herkesleri anlatırdı... Vaktiniz olduğunda bu türkünün aşağıda bağlantılarını verdiğim yorumlarını dinleyin... Daha pek çok yorumu var, onları da dinleyin... Bu yorumları dinledikten sonra ister yâr ile dağlara çıkın, ister yareli bülbül olup bağlara düşün, ister yollara revan olun ama yeter ki yârin elinden tutun! Ve tuttuğunuz elin de kıymetini bilin, sımsıkı tutun ve bir daha bırakmayın! Çünkü insanoğlu ?´birin bilir binin bilmez´´, ?´bu dünya kimseye kalmaz´´, yarın ne olacağını bilmez. Sonra, sonra da ´´Tutam yâr elinden tutam´´ diye feryâd, figân eylemeyin!