Osman Aydoğan


“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”


Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır (2)

Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm… Bu başlıkla yazdığım dünkü yazımın girişinde tarihten ders almak ile ilgili veciz sözlere yer vermiştim.  Bazı ilavelerle tekrar etmek istiyorum: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’… “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” (İbn-i Haldun)… ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)… "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur." (Cicero) Daha çok var ama yine ben burada bırakayım… Nasıl olsa hemen hemen her yazımda buna benzer sözler söylüyorum… Neredeyse ezberlediniz…

Aynı başlıkla yazdığım dünkü yazımda; Mustafa Kemal Atatürk’ün, olayları tarihsel gelişimi içerisinde görebilecek ve değerlendirebilecek bir tarih kültürüne dönüşen tarih bilgisi ve tarih bilinci nedeniyle “bir kehanete lüzum kalmaksızın” geleceğin gelişmelerini kestirebildiğini ve II. Dünya Harbi’nin nasıl başlayacağını ve nasıl sonuçlanacağını çevresine anlattığını kaynaklarıyla vermiştim.

Bugünkü yazımda da Mustafa Kemal Atatürk’ün henüz harp başlamadan I. Dünya Harbi hakkındaki öngörülerini anlatacağım.

Mustafa Kemal Atatürk’ün I. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri

İki ayda bir yayınlanan tarih ve kültür dergisi olan ‘’Tarih Çevresi’’ dergisinin Eylül – Ekim 2020 tarihli ‘’Atatürk Tarihi Dosyası’’ başlıklı sayısında değerli bilim insanı, Atatürk araştırmacısı ve çok değerli ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’ (Doğan Kitap, 2019) kitabının yazarı Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in ‘’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’ başlıklı bir makalesi yayınlandı. (s. 37 -38) Yazar bu makalesinde Mustafa Kemal’in daha 33 yaşında bir yarbay iken 1. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri kaynaklara atıflar yapılarak anlatır…

Bu makalenin bağlantısını, makalenin tamamını okumak isteyen meraklıları için yazımın sonunda veriyorum. Ancak ben buraya makalede kaynaklar gösterilerek verilen Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine nasıl girdiğini Osmanlı Genelkurmay Karargâhı penceresinden aktaran kısmını alıntılamak istiyorum…

Makalenin ilgili bölümü:

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya harbine nasıl girdi?


Acaba bu sırada İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde neler oluyordu diye bir soru aklınıza gelmiştir diye düşünüyorum. Şimdi o sorunun yanıtını kısa olarak veriyorum.

İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde Türk kurmaylarınca yapılan bazı çalışmaları ve bu yüzden başlarına geleni ise sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında şöyle anlatmıştır:

“Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman yine Harbiye Nezareti Erkânı Harbiyesinde görevliydim. Goben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girişinden sonra, Almanlar bizi de savaşa sokmak için zorlamaya başlamışlardı. Enver Paşa, Ali İhsan (Sabis) Bey ile beni çağırarak savaşa girip girmememiz konusunu her yönüyle inceleyen bir rapor hazırlamamızı istedi. Kazım Karabekir de bizimle beraber harekât şubesindeydi. Ali İhsan, Kazım Karabekir ve ben baş başa vererek Osmanlı İmparatorluğunun jeopolitik ve jeostratejik durumunu etüt ettik. Bu çalışmalarımız, Balkanlarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bağlantı kurulmadan ve Bulgarların davranışları öğrenilmeden bir karara varılamayacağını ortaya koyuyordu. Bu durumu Enver Paşa’ya anlatmıştık. Ayrıca geniş yurt parçasında, birbirine uzak mesafelerde açılacak cepheler karşısında savunma yapılabileceğini, hatta silahlı tarafsızlık politikasının çok daha hayırlı olacağını belirten bir rapor hazırlamış ve Harbiye Nazırı’na vermiştik. Bu rapordan sonra karargâhta görevli Almanlar üçümüzün de karargâhtan uzaklaştırılmamız için büyük çaba göstermeye başlamışlardı. Enver Paşa, Almanların bu istekleri üzerine Ali İhsan Bey, Kazım Karabekir ve beni ayrı ayrı cephelere göndermekte tereddüt etmemişti.”

“Hâlbuki bahis konusu raporu verene kadar görevli Almanlar, Ali İhsan Bey’le beni kendilerine çok yakın hissediyorlardı. Zira ikimiz de uzun süre Almanya’da kalmış ve kendileriyle çalışmıştık. Ancak bizler de her şeyden önce Devletimizin ve Milletimizin çıkarlarını düşünmek zorundaydık. Diyebilirim ki, Türk Erkânı Harbiyesi’nde, Enver Paşa’dan başka hiç kimse, Almanların birinci dünya savaşındaki başarılarının devamlı olacağına inanmış değildi. Hatta Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve sınıf birincisi Hafız Hakkı Paşa bile bizlerle beraber ‘silahlı tarafsızlık’ görüşünü savunmaktaydı.”

“Türk Erkânı Harbiyesi’ndeki bütün isteksizliklere rağmen, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Goben ve Breslav zırhlılarının Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla savaşa katılmış oluyorduk.”

Orgeneral Asım Gündüz -o günlerde kurmay yarbay rütbesindedir- anlatımına şöyle devam etmiştir:

“Almanlar doğuda Rusları sıkıştırınca, biz de Kafkaslardan Türk yurduna atılarak, Rus cephelerini çökertme umuduna kapılmıştık. İngilizler ise, Rus dostlarına yardım için, Mısır’da topladıkları kuvvetleri Çanakkale’ye çıkarmışlardı. Bu sırada, Fethi (Okyar) Bey’le beraber Sofya’da ataşemiliter olan Mustafa Kemal, Çanakkale’de Liman von Sanders’in kumanda ettiği ordunun 19’uncu tümenine tayin edilmişti. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal Çanakkale’ye geçerken, Harbiye Nezareti’nde beni ve Ali İhsan (Sabis) Bey’i ziyaret etmişti. Onun, o gün söylediklerini aynen hatırlıyorum. Mustafa Kemal: “Yahu’’ diyordu… ‘’Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?”

“Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Nitekim Enver Paşa’dan hemen randevu almış ve görüşmüştü. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkmıştı. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli idi. Tekrar yanımıza geldiği zaman: “Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde, demişti.”

“Mustafa Kemal tekrar bize dönmüş ve kâğıt istemişti. Sonra masaya oturmuş ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazmış ve Harbiye Nezareti’ne vermişti.”

Bahsettiğim konu makalede böyle anlatılır…

Yarbay Mustafa Kemal’in, I. Dünya Harbi başlamadan önce ve başladıktan hemen sonra bu harbe Osmanlı İmparatorluğunun girmemesi konusundaki ikazları:

Yazar, makalenin başında 1914 yılında Atatürk’ün genç bir yarbay iken (Sofya’da askeri ataşedir) henüz 1. Dünya Savaşı başlamadan önce hükumete yakın arkadaşlarına yaklaşan dünya harbine girmememiz gerektiğini hükûmete iletmesini istediği mektuplarına yer verir.

Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a yazdığı bu mektuplarından birisi şu şekildedir:

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”

Savaş başladıktan sonra da Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Doktor Tevfik Rüştü Aras’a şu mektubu yazar:

‘’Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim.  Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmaklığını isterim.”

Yazar makalesinin sonunu da şöyle bitirir:

Son olarak bir konuya işaret etmek istiyorum. Biliyorsunuz Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de vardı. Atatürk o eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişti ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu. O cümle şöyleydi:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Altını kırmızı kalemle çizdiği ve yanına da ikişer çarpı işareti koyduğu o cümle “ihtiyat” ve “tedbir” hakkında idi… Bugünkü dille söylersek “ihtiyat = ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma” ve “tedbir = bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma” anlamındadır. O cümleyi huzurunuzda bir daha tekrarlıyorum:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in bahsi geçen makalesinden yaptığım alıntı bu kadar…

1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor...

Yazılarımı takip edenler bilirler. Tarih ile ilgili yazılarımda hep ‘’günümüz koşullarının 1914 öncesi koşullarını çağrıştırıyor’’ diye yazarım.

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın... 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor... Bölgemizde Rus Çarlığı yerine Rusya vardır. İngiltere yerine ABD vardır. Almanya ve Fransa yerine AB olarak yine aynı Almanya ve Fransa vardır… Araplar yine aynı Araplardır. Osmanlı İmparatorluğu yerine Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat ve Terakki Partisi yerine de Adalet ve Kalkınma Partisi vardır. Yine Kafkasya, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz kaynamaktadır... Osmanlı yerine Türkiye Cumhuriyeti yine buralarda cephe açmaktadır. Osmanlının, Rusya ve İngiltere ile kavgalı olduğu gibi Osmanlının yerine Türkiye Cumhuriyeti yine Rusya ve İngiltere yerine ABD ile kavgalıdır... Osmanlının o zaman müttefik olduğu Almanya ise bu sefer hem de AB olarak Türkiye Cumhuriyeti ile kavgalıdır...

Tek fark; İttihat ve Terakki Partisi politikalarıyla koca imparatorluğu batırırken amacı tükenmiş bu imparatorluğu kurtarmak idi... Adalet ve Kalkınma Partisi ise bin bir güçlükle kurulan genç bir Cumhuriyeti reklam arası görüp, kurucularını ayyaş diye aşağılayıp, dindar ve kindar politikalarıyla batırma istikametinde ilerler... 

Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in alıntıladığım makalesinde, sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında ‘’Kendisi, Ali İhsan Bey ve Kazım Karabekir tarafından Osmanlının I. Dünya Harbi’ne Almanlar yanında harbe girmemesi konusunda Genelkurmay’a rapor sununca Almanlar tarafından üçünün de Genelkurmay Karargâhından uzaklaştırılıp ayrı ayrı cephelere gönderildikleri’’nden bahsetmişti…

Değişen ne ki… Hem de daha vahşi… O gün Almanlar, Osmanlının kendi yanlarında harbe girmesini istemeyen yurtsever subayları Osmanlıdaki adamı Enver Paşa vasıtasıyla Genelkurmay Karargâhından uzaklaştırıyordu... Bugün de ABD, aynı yurtsever subayları, kucağına oturttuğu FETÖ ve onun ülkede ne istediyse veren yoldaşları ve ABD'nin eşbaşkanları vasıtasıyla ordudan uzaklaştırıyor… ABD, değişik nedenlerle Karadeniz’e çıkmak isterken, bu isteğe karşı çıkan Silahlı Kuvvetlerdeki, özellikle Deniz Kuvvetlerindeki subay ve amiraller uyduruk Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Fuhuş ve Casusluk davaları ile ordudan uzaklaştırılıyor… Hem de bu sözde davalar sürerken ''ben bu davanın savcısıyım'' diyenler, bu sözde davaya siyasi destek verenler kimlerdi değil mi? Kimler, kimlerle berabermiş değil mi? Değişen bir şey yok değil mi? Bir vakitler FETÖ övgüleriyle gündeme gelen Meclis Başkanı’nın Möntrö Antlaşmasından Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılabileceğini açıklaması sıradan bir açıklama değildir... 

Osmanlı nasıl battı? Tekerrür eden bir tarih!...

Mevcut AKP iktidarı tarafından iktidara geldiklerinden beridir laikliğe ve ulusal egemenliğe karşı yapılan darbelerin rutin bir politikaya dönüştüğü malumdur. Bu rutin politika çerçevesinde sadece son yıllarda değil, son aylarda değil, son günlerde yaşananlara bir bakın da Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline nasıl bir dinamitler serisinin yerleştirildiğini bir görün:

Okullarda okunan ulusal and kaldırılıyor. Türkiye, TBMM tarafından onaylanmış kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti önlemeye yönelik “İstanbul Sözleşmesi”nden, TBMM’nin onayı alınmadan, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekiliyor… Bu çekilme örnek gösterilerek, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının egemenliğini Türkiye’ye devreden Montrö Antlaşması’ndan, Türkiye’nin, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilebileceği TBMM Başkanı tarafından açıklanıyor… Karanlık odaklarca durmadan hilafet çağrıları yapılıyor… Ayasofya’nın imamı ha bire siyasete müdahale ederek anayasadan laiklik ilkesinin kaldırılması gerektiğini açıklıyor… Diyanet İşleri Başkanı ha bire günlük yaşama müdahale eden açıklamalarda bulunuyor… Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir amiralin tekke ve tarikat üyesi olduğuna dair görüntüleri ortaya çıkıyor… Harp okullarına ve astsubay meslek yüksek okullarına girebilmek için var olan “irticacı faaliyet içinde olmamak” koşulu kaldırılıyor… Ne olduğu ve maliyetinin haddi hududu belirsiz “Kanal İstanbul” adlı bir rant projesi devreye sokuluyor… Arkasında ABD ve İngiltere olan Katar ile ne olduğu, ne içerdiği belli olmayan “suların yönetimine” dair bir antlaşma imzalanıyor… Değişimi kanuni esaslara bağlanmış Merkez Bankası başkanları askerlerin nöbet değişimi gibi ha bire değiştiriliyor… İktidar ortağı bir parti lideri Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını talep ediyor…

Bu bölümün başlığı da sehven değildir!...

Demek istediğim o ki bölgemizde I. Dünya Harbi öncesine göre değişen hiçbir şey yoktur. Enver Paşa bile... Leone Caetani’nin yargısı boşu boşuna bu gök kubbede çın çın çınlamıyor: 

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”