Osman Aydoğan


Tanburi Cemil Bey (2)


?´Tanburi Cemil Bey idaresinde musıki heyeti Bebek´teki Hekimbaşı Behçet Efendi´nin yalısında haftada iki gece çok seçkin konuklara yönelik icra sunarlarken sıra dışı bir olay yaşanır. Sultan Abdulhamid´in kuyumcubaşısı Jak Harunaçi´nin Fransız eşinin de bulunduğu ortamda konuklar üstattan evvela klasik kemençe ile bir taksim ve ardından tanbur ile Tahirbuselik Peşrev´ini icra etmesini dilerler. Üstat mükemmel taksim icrasının arasına yeri geldikçe garp nağmeleri ile vals yerleştirerek mevcut seçkin konuklarını adeta büyüler. İlk kez alaturka musiki ile muhatap olan ve evvela ilgi göstermeyen Fransız kadın zaman sonra, üstadın dinleyeni içine doğru çeken tılsımlı icrası neticesinde giderek büyülenir. Perdesizliği gerekçesi ile ses sınırları olmayan ve yerleşik, sınırlı ses aralıklarına alışkın bir Batılının o vakte kadar hiç karşılaşmadığı müzikal aralıklara kapı aralayan klasik kemençenin hüzünlü nağmeleri karşısında Harunaçi´nin Fransız eşi dayanamaz ve gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. İster icra ettiği enstrümanların taşıdığı hüznü yaşayan diyelim, ister zaten hüzünlü bir mizaca sahip kişiliği sayesinde içindeki hüznü parmaklarını değdirdiği enstrümanlara geçiren diyelim, Tanburi Cemil Bey´in taksimi bittiği zaman, ömründe ilk kez alaturka musiki dinleyen bu Batılı genç hanım yerinden fırlayıp üstadın ellerini öper.´´ Cemil Bey sağduyulu, genel kültürü geniş bir insandır. Terbiyeli, sessiz, çekingen, özel hayatında şakacı ve nükteli bir yaratılışı vardır. Türkçeyi güzel konuşur ve konuşacak ve çeviri yapacak kadar Fransızca bilir. Güzel yazı yazar, anlatmak istediğini de iyi ifade eder. Batı kültürü hakkında da bilgisi vardır. Kalabalığı sevmez, devamlı hüzünlü bir insan olarak yaşamıştır. Yüzünde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır. Bunu da eserlerine yansıtır. Tanburi Cemil, 1901´de annesinin isteğiyle, Adile Sultan Sarayı´ndan arkadaşı Eflaknur Hanım´ın kızı Şerife Saide ile dünya evine girer. Eşinin aşırı sevgisi, kıskançlığı ve musiki davetlerine gitmek istememesi nedeniyle zor günler yaşamaya başlar. İçe kapanıklılığında, kendisini sosyal hayattan dışlamasında bu evliliğin rolü olduğu düşünülür. Sanatçının oğlu Mesut Cemil de bu evlilikten bir yıl sonra 1902´de dünyaya gelir. Döneminde çok tanınır, sevilir... Padişahların huzurunda çalar, veliahtlara, sultanlara ders verir...Ama içine kapanık yapısı, prensiplerine bağlılığı ve sert kişiliği ile giderek yalnızlaşır. Bu nedenle ölümüne kadar derin bir yalnızlığın içinde kederli bir dünyada yaşar... Cemil Bey, Birinci Dünya Savaşı´nın başlamasının ardından askere çağrılır. Askerlik muayenesi esnasında verem olduğunu öğrenir... Yakın dostu doktor Hamid Hüsnü Bey´in sanatoryumda tedavi teklifini reddeder... Yakınlarının tedavi için İsviçre´ye gitmesi konusundaki ısrar ve isteklerini de geri çevirir. Cemil Bey, ömrünün son yıllarında evinin bahçesinde bulunan ve "uzletgâh" dediği ayrı bir evde yaşamaya başlar. Hastalık kısa sürede ilerler, önce birinde iken her iki ciğere de yayılır. Nihayet 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuncu günü ne bağlayan gece yarısından sonra eşini uyandırır: "Vakit geldi. Yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum lakin sizin için bâd-ı i ızdırap oldum. Affediniz kendinize ve Mes´ud´a iyi bakınız." diyerek hayata gözlerini yumar. Sanatçı, Temmuz 1916´da 43 yaşında öldüğünde cenazesine mahalle bekçisi dâhil 13 kişi katılır. Mezarı Mevlanakapı´da, Merkezefendi Mezarlığı´ndadır dense de tıpkı Şükûfe Nihal gibi mezar yeri bile bilinmiyor. Bu kadar gözden ve gönülden ırak dünyayı terk edip gider. Cemil Bey öte dünyaya göçtüğünde oğlu Mes´ud Cemil henüz üç yaşındadır... Nâzım Hikmet Ran´ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdır ve Mevlevi tarikatına bağlıdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordur. Paşa´nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder.