Osman Aydoğan


Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız

Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız


Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız.

Asıl yazıma gelmeden önce uzun bir giriş yapmak istiyorum. Bu maksatla da 10. yüzyılda yaşamış Horasanlı mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’ (Ravza Yayınları, 2011) kitabında geçen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum. Üç gün önceki yazımda da Ferîdüddîn-i Attâr’ın aynı kitabından bir başka hikâyeyi anlatmıştım…

Hikâyeyi yazan tasavvuf bilgini olduğuna göre hikâyenin daha iyi anlaşılması için hikâyede ve tasavvufta geçen ''Kaf Dağı'', ‘’Sîmurg’’ ve ‘’Hüdhüd'' hakkında önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor.

Kaf Dağı

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz…

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise tasavvufta uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evren ile dünya arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal… Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı. (‘’Mehlika Sultan’’ı bu sayfada daha önceleri anlatmıştım.)

Sîmurg

İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da Kaf Dağı'nda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Sîmurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır…

Hüdhüd

Arapça bir ad olan Hüdhüd, bizim bildiğimiz ibibik kuşudur, bir diğer adıyla çavuş kuşudur… Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapar.

Hüdhüd kuşu Doğu, İslam ve tasavvuf edebiyatında apayrı bir simgedir. İslâmî literatürde Hüdhüd kuşunun "ebü'l-ahbâr’’, ‘’ebü'r-rebî'’’, ‘’ebû ibâd’’ ve ‘’ebû seccâd" gibi birçok künyesi vardır. Hüdhüd kuşu toprağın altındaki suyu görür. Eşine çok bağlıdır, eşi ölünce yeni bir eş aramaz. Anne babasına karşı çok hürmetkârdır; onlar yaşlandıklarında yiyeceklerini temin eder. Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılmıştır…

Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresi’nde (Neml 27/16-35) ''Murg-i Süleyman'' olarak karşımıza çıkar. Neml Suresi’nde Hazret-i Süleyman ile Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber götürüp getiren kuşun adıdır Hüdhüd…

Bir İran efsanesine göre ise Hüdhüd evli bir kadındır. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına girer. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olur ve uçar, tarağı da başında kalır. Bundan dolayı Hüdhüd’ün Farsça'daki bir adı da "şâne-ser" dir (tarak başlı).

Tasavvufî mânası dışında Hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak da yer alır…

Otuz kuş hikâyesi

Şimdi gelelim Ferîdüddîn-i Attâr’ın girişte bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesine. Tasavvuftaki kesret-vahdet, zuhur-taayyün düşüncelerine dayanan bu sembolik hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işlenir….

Bahsi geçen hikâye şu şekildedir:

Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını belirtirler. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden, Süleyman peygamberin mahremi ve postacısı Hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söyler. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara Hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı'nda Sîmurg’u aramaya karar verirler…

Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek isterler. Ancak Hüdhüd, kuşların hepsinin kaygılarına cevap vererek onları ikna eder.

Sonunda bütün kuşlar Hüdhüd’ün kılavuzluğunda yola çıkarlar. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş Hüdhüd’den şüphelerinin giderilmesini ister.

Hüdhüd her birinin soru ve itirazlarına cevaplar verir; önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen yedi vadinin bulunduğunu, bunları geçince bilginleri olan Sîmurg’a ulaşacaklarını anlatır…

Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp Kaf Dağındaki yüce bir dergâhın önüne ulaşırlar..

Burada bir postacı gelip onların Sîmurg’u sorduklarını anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyarak okumalarını söyler. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının yazılı olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg da tecelli eder, görünür...

Fakat gördükleri Sîmurg kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde Sîmurg’u görüp hayretler içinde kalırlar…

Bu arada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır”.

Neticede hepsi Sîmurg’da fâni olur… Artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz vardır. Gölge güneşte kaybolur. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları Sîmurg’un kendileri olduğunu anlarlar…

Hikâye bu kadardır…

Hikâyede Hüdhüd başında hakikat tacı (Korona!) taşıyan bir kuş olarak gösterilir… Kuşların yolculuğu ise tasavvufta ruhun Allah'ı arayışının mistik seferini sembolize eder…

Zaten hikâyenin yazarı Ferîdüddîn-i Attâr da bir şiirinde sanki bu hikâyeyi özetlercesine şöyle derdi:

“Sırlar âlemine uçan kuş idim,
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”

Hazine aramak

Aslında bu hikâyeyi bu kadar uzuuuun uzun anlatmam asıl yazıma bir giriş içindi… Lâle Devri ruhûnun en önemli temsilcisi olan şair Nedîm’e gelebilmek için Hüdhüd’ü anlatmam gerekiyordu…  

Hüdhüd, Nedîm'in belirttiği gibi bazen da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu olur:

"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar
 Vîrânede bûm olmağıla genc bulunmaz."

(Bînâ: Göz, gören, görücü. Bûm: Baykuş. Genc: Define, hazine)

(Hüdhüd gibi gören gerek onu arayanlar
 Vîrânede baykuş olmağıla hazine bulunmaz.)

Hiç satıhta hazine bulunur muydu ki? Ancak derine inmeye de kimsenin; ne gücü, ne cesareti, ne kapasitesi, ne çapı, ne gözü, ne sabrı, ne de zamanı vardı… Nalburdan kuyumcu mu olurdu? Hüdhüd de değillerdi, virânede baykuş idiler, sandılar ki virânede olmayınan hazine bulacaklar…

Bu nedenle miydi ki acep beyaz camlardaki, kürsülerdeki, mevkiilerdeki ve makamlardaki insanların hep sığ ve yüzeyde kalması? Bu nedenle mi söylerdi İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

Bizler çok şansız bir nesiliz… Ali Şeriati'nin söylediği gibi gerçekten de sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde...