Osman Aydoğan


Şîr-î Pençe

Tarih okurken genellikle içindeki ayrıntıları pek bilmeyiz


Şîr-î Pençe

Tarih okurken genellikle içindeki ayrıntıları pek bilmeyiz. Aslında tarihi tarih yapan ve okunmasını zevkli kılan bu ayrıntılardır. Ancak bizlere tarih hep yavan, ayrıntısız ve hikâyesiz olarak anlatıldı…

Örneğin bizlere lise mekteplerinde, hadi lise neyse de tarih eğitimi veren fakültelerde Osmanlının Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebelerini yüzeysel bir şekilde anlattılar... Neden yüzeysel anlattılar bunu ayrı bir yazımda yazayım... Ama bugün sizlere Yavuz Sultan Selim'in bu seferindeki bir hikâyesini ve Yavuz Sultan Selim'in bilinmeyen bir dramını anlatayım…

Türkmen Kızı

Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalır. Bir Türkmen kızı da zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olur. Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selim’i görür. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıverir, gönlünü kaptırır ona. Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya, zamanla Türkmen kızının kalbinin içini, ince bir sızı sarar ve başlar genç kızın kalbi için için kaynamaya. 

Bir gün, genç kızın gözü, hünkâr çadırının direğine ilişir.  Aşkın gücü ona, direğin üst kısmına şöyle bir satır yazma cesaretini verir; 

'’Seven insan neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark eder. ”Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken alır eline kalemi söyle bir satır da o yazar aynı direkteki dizenin altına;

'’Hemen derdin söylesin.” 

Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlar, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olur, yer de onun olur âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-i aşkta bulunmanın, ateşle oynamanın, ateş girdabına bilerek atlamanın da ölümcül bir tehlikesi de vardır.  “Varsın olsun bu aşk, buna değer’’ diye düşünür... Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamaz ama yine de içinde bir korku kurdu vardır ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemirir... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüreğin imdadına yetişir derhâl. Bir satır daha yazar aynı direğe; 

“Ya korkarsa neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, aksam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelir aklına. Bakar ve okur ki aşkın heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha ekler, aşka yenik düşen koca padişah: 

'Hiç korkmasın söylesin.” 

Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilir direğin üzerine: 

“Seven insan neylesin? Hemen derdin söylesin. Ya korkarsa neylesin? Hiç korkmasın söylesin.”

Sabahın olmasını sabırla bekler padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’i çağırtır, derhâl bir emir verir: ”Biz dahi merak edip onu görmek isteriz, tîz elden bu kızı huzura getirin.” 

Emir derhâl yerine getirilir ki ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli gelir hünkârın karşısına… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilir. Eğlenceler, yemeler içmeler…

Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülür. Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirir herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulur. Ahu gözlü Türkmen dilberinin ”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanının aşkındaki sırrı kaldıramaz ve birden duruverir. O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olur asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani âlemde bir çare de bulunamaz.

Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda koca hünkârın, hüngür hüngür ağladığı söylenir. Sonunda en güçlü orduları yenen ve Osmanlının güçlü divan şairlerinden sayılan koca hünkâr Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, su dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, aşkın gücünün karsısındaki çaresizliğini anlatır:

‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Felek bununla da yetinmez...

Gelelim işin esası olan feleğin, kaderin asıl cilvesine!

Şîr-î Pençe

Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir:

‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle dediği rivayet edilir: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’

Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazar… 

Yavuz sekiz yıllık saltanatında büyük işler yapar, imparatorluğu genişletir. Fakat baba bedduası sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır.

 ‘’Şîr-î pençe’’ ilk olarak anlattığım gibi babanın bedduasında geçer. Ancak kaderin cilvesi imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Sırtında kendisine rahatsızlık veren bu oluşumu (şîr-î pençe) fark eden Yavuz Sultan Selim emrindekilere sıkmalarını söyler. Emrindekiler "hekimler baksa, belki ciddi bir şeydir" diye uyardılarsa da dinlemez Yavuz, "sivilcedir" diyerek tellağa sıktırır.  

Yavuz Sultan Selim Han bu hastalık vesilesiyle yatağa düşer. Ölüm vaktinin geldiğini anlayan ulu hakan yanından ayrılmayan kadim dostu Hasancan'a durumunu sorar: ‘’Hasancan, durumumuz nicedir?’’ Hasancan cevap verir: ‘’Hünkârım Allah'la olma vakti geldi.’’ Yavuz tekrar sorar: ‘’Bre Hasancan, sen şimdiye kadar bizi kiminle bilürdün?’’

Daha sonra padişahın isteğiyle Hasancan "Yasin" suresini okumaya başlar. Padişah da kendisine eşlik eder. Hatta bir yerde yanlış okuduğunu söyleyerek tekrar baştan almasını ister.  Ancak Hasancan sureyi bitiremeden Yavuz ruhunu Hakk'a teslim eder.

Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘’Şirpençe’’ (Nesil Yayınları, 2000) diye bir kitabı var. Bu konu kitapta detaylı bir şekilde anlatılır.

Tarihin zararı     

Bu kitabın  (Şirpençe) tanıtım yazısında Yavuz Sultan Selim şöyle der…

‘’Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah`tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.’’

Tarih güzel olmasına güzel de ancak şöyle bir zararı var: İster istemez soru sorduruyor…

Günümüzde kocaman kocaman saraylarda, süslü süslü tahtlarda oturanlar, süslü püslü libaslar giyenler, şatafatlı şatafatlı arabalara, tayyarelere binenler acep kime tazime mecburlar ki bu külfeti ihtiyar eylerler? Yoksa ruhun içindeki inancın eksikliğini kocaman kocaman saraylarla, şatafatlı şatafatlı arabalarla, süslü püslü libaslarla mı örterler?