Osman Aydoğan


Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî (4)


İbn-i Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbn-i Arabî´nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabî´nin öğrencisi Sadreddin Konevî´dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.

?´Kudsî Hadisler´´ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah´ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: ?Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.? buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı´nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah´tan gelip yine Allah´a dönüşleri anlamındadır bu hadis.

İbn-i Arabî´nin ardından gelen Seyyid Nesîmî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler bu inanca sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı´yım) sözü ile bu inancı yansıtmışlardır. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.

Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı´yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ?´leyse fî cübbeti sivallah´´ (cübbemin altında Allah´tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı´nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı´yla bütünlük gösterdiğini´´ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî;  ?Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah´tan başka varlık yoktur!.´´ dedi, zındıklıkla suçlandı.  Kendi ifadesiyle; ?Yolun başında idik ?´Sıddık´´ dediler. Sonuna vardık ?´Zındık´´ dediler.?

İbn Arabî´yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O´na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de Mısır´da iken yazdığı ?´Futuhat-ı Mekkiye´´deki sözleridir. (Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.)

Güncel bir konu. Bildiğiniz gibi Türkiye´nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk´ın rahmetine kavuştu. ?´Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!´´ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamberimiz? Bunlar güya Müslüman. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk´ün daha naaşı defnedilmeden sözde bu Müslümanlar tarafından arkasından yağdırılan nefrete, kine hakareti gördünüz mü?. Bunların ataları İbn´ül Arabî´ye bile ?´Şeyh´ül Ekfer´´ (Kafir Şeyh) demişlerdi. Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali.

Bu yazımda İbn´ül Arabî´nin bazı kehanetlerine yer vermiştim. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbn´ül Arabî´den esinlenmiştir. İbn´ül Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuş gerçek müminleri tenzih ederek rahmetli Yaşar Nuri Öztürk´e kin ve nefret kusanlar hakkında şöyle yazmıştı:

´´Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!´´

(İbn´ül Arabî, Et-Tecelliyet et-İlahiyya, s. 458, yay. Osman Yahya, Tahran, 1988)

Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya´nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam´ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb´in bu konuda güzel bir kitabı var, ?´İslam´ın Hastalığı´´ (Metis yayınları, 2005)

(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme?)

Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin.. .

Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.

Giordano Bruno; ?´Tanrı Bir´dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.´´ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ?´anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.´´ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları?

Mevlânâ´nın bu velileri anlatırcasına bir sözü vardır; ?´Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.´´ Bu veliler peygamber yerinedirler. Bu velilerden yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ?´gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.´´ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ?Kelimeler ve Şeyler´ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ?´bakanın bakılan olduğu´ tespiti yapıyordu.

İbn´ül Arabî  ?Şeceretü´n-Nu?mâniyye? isimli eserinde  ?Tılsım sâhibi ilk ?Sîn´in varlığından söz eder.  Burada bahsi geçen ?´Sîn´´ Yavuz Sultan Selîm´dir. ?Onun cülûsu?nun ?Mim´den sonra? olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan ?Mehmed?den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre ?Mim?den, yâni ?Mehmed?den sonra tahta geçecek olan ?Sin? yâni ?Selim?dir.

 ?Sîn?in ?zafer sevinciyle Şın´a vardığı zaman? unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağını belirterek; ?Yıkık ve vîrâne olan kabr?in ?onun söylemesiyle ziyâdeleştiril?eceğine işaret eder. Ki, bu ?yıkık ve vîrâne kabir? İbn´ül Arabî´nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir.  ´´Şın´´ ise Şam şehridir. Malum; ´´Sin´´ ve ´´Şın´´ Arap harflerinde ´´S´´ ve ´´Ş´´nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; ?İzâ dehalu Sîn fi´ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi´d-dîn?  (?Sîn Şın´a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn´in!? ) ifâdesiyle dile getirilmiştir? Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus, kehanetlerini yazarken, İbn´ül Arabî´den esinlenmiştir.

İbn´ül Arabî´nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam´ı Osmanlı toprağı yaptığında İbn´ül Arabî´nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da camii ve imaretininin inşaasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. (İbn-i Arabî 1239´da Şam´da öldü.) Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir.

Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî´nin kendisine ait olduğu iddia edilen ´´bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak´´ mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg´el asrı zak´el vahid)

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ?´İbn Arabî´´ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbn´ül Arabî için şunları yazar: (s. 172?173) 

?´İbn´ül Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah´tır. İnsan onun için Allah´ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah´ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.

Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: ?Biz onu en güzel biçimde yarattık? dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk´ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber´de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah´ın sevgilisi (habibullah, mahbub-i kibriya)dır.

İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbn´ül Arabî´nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.

İbn Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: ?Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim? demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbn´ül Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbn´ül Arabî´nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.´´

İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika´yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen heyetimizle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:

Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; ?Bir Türk heyetinin Amerika´yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim? diye başladı ve devamla; ?Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbn´ül Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır´ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.?

Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: ?Efendim´´ dedim, ´´önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh´ül Ekber Muhiddin İbn´ül Arabi´nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah´ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.?

Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve ?Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim? diyerek önündeki çekmeceyi açtı. ?Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım? dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.

Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbn´ül Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim? meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"

Bir başka kitabında da ?´Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın´´ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger´in İbn´ül Arabî´yi okuduğu bilinir.

Fransız yazar ve filozof Voltaire ibn´ül Arabî´nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ´´Şeyh´ül Ekfer´´ (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."

Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinozası olarak adlandırırlar İbn´ül Arabî´´yi.. (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbn´ül Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri Ethica adlı kitaptır.)

Sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren kitaplarından günümüze 250 ye yakın eseri ulaşmıştır.

Bunların arasında Türkçeye çevrileneler şunlardır;

Fusus´ül-Hikem, (çev. Ekrem Demirli), Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006

Fütuhat-ı Mekkiye, (çev. Ekrem Demirli), I.-VI. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006

Arzuların Tercümanı, İz Yayıncılık, Temmuz 2004

Fenâ Risâlesi, İz Yayıncılık, 1991

Marifet Kitabı, İz Yayıncılık, Mart 2011

Marifet ve Hikmet, İz Yayıncılık, Haziran 2008

Nurlar Hazinesi, İz Yayıncılık, İstanbul 2003

Saatlerin Hazinesi, Sümer Yayınları, 1973

Tedbirât-ı İlâhiyye -Tercüme ve Şerhi-, İz Yayıncılık, 2000

İbni Arabî Mevlânâ´nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir.

Allah rahmet eylesin.