Osman Aydoğan


Ne şairane mevsimdi sonbahar

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti...


Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti... Bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçti gözlerimin önünden... Bir sonbahar daha geçti Celâlâbâd’da rengârenk... Bir güz daha geçti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk... Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurdu yüzüne insanın… Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldi hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk baktı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında... Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildi yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar ruhumla öpüşmüş gibiydi… Hızını artırdığında uğultuları geldi rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldi... Yavaş yavaş pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına… Börtü böcek yaz konserlerini kesti, kuşların cıvıltıları sustu, yaz otları da sararıp soldu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örttü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların... Daha erken oldu akşamlar... Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battı güneş dağların ardından... Alev alev yandı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde indi karanlıklar… Usul usul bastı geceler... Sonra sonra hayattaki tek arkadaşım, abim, kardeşim ve her şeyim Şehriyar’ı anımsadım. Zaten her Celâlâbâd’ı anımsayışımda Şehriyar’ı hatırlarım. Mustafa Kemal Atatürk hayranı idi Şehriyar… Atatürk için; ‘’O dünyanın gördüğü en büyük devrimciydi’’ derdi… ‘’O büyük insanı anlamak her fâninin harcı değildir’’ derdi… Mustafa Kemal’in ‘’Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.’’ sözünü hiç dilinden eksik etmezdi hiç… ‘‘İşte’’ derdi ‘’Doğu’da eksik olan bu: Bilim ve akıl…’’ ‘’Bizde bilim ve akıl olmadığı için sefalet içindeyiz’’ derdi... Ve iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki buralara gelmişim, iyi ki buralardaydım, iyi ki bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim.