Osman Aydoğan


Mevlevî Nâzım Hikmet Ran (2)


Paşa ısrar etmiş: - Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Maamafih merak ettim. Bir kere daha okuyunuz da dinleyelim. Şiiri baştan itibaren okumağa başlamışlar. Nâzım Hikmet artık dayanamayıp kucağında futbol topu, çilli yüzü kıpkırmızı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasından başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş: Ebede set çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum, arşa yükseldim Kalbten temizlendim, huzura geldim, Ben de müridinim, işte Mevlânâ. Misafirler kaç yönden şaşırmış. Evvela kameriyenin (çardak) hemen oracığında çiçekler arasından çatallaşmış bir çocuk sesinin duyuluşuna... Fakat asıl yeni basılıp o gün satın alınmış olan bir mecmuadaki şiiri torun Nâzım´ın ezberlemiş bulunuşuna. İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş. - Sübut buldu efendim. Demek ki, hâfid (evlât, oğul, torun) küçük bey eseri zat-ı alinizin evrakınız meyanında görüp hafızasına nakl eyleyivermiş. Bir taraftan Paşa itirazlarına devam ederken, öbür yandan Nâzım Hikmet haykırır dururmuş: - Benim de ismim dedeminki gibi Mehmet Nâzım. Bahçede oynarken konuştuklarınızı dinliyordum. Mevlevi şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim. Basmışlar işte, ?Dergâh? mecmuasında başka şiirlerim de basıldı. Basılacak tabii. Kitaplarım da çıkacak tabii. Misafirler şaşırıp kalmışlar. Kalkıp saygıyla Nâzımı alnından öpmüşler. Büyük babası da dayanamamış, torununu kucaklamış ve alıp elini öpmüş.? Nâzım Hikmet´in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde dini hassasiyet görülür. Bir başka şiirinde Beyoğlu´ndaki Ağa Camii´ni anlatır. Ağa Camii´nin Beyoğlu´nun her türlü gayrimeşru hayatının içinde kalmış garip hali ona çok dokunur. Ve hislerini şöyle mısralara döker: Ağa Camii Havsalam almıyordu bu hazin hali önce, Ah, ey zavallı mabet, seni böyle görünce Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım, Allah´ımın ismini daha çok candan andım. Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki anası can verirken Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var; Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini. Üstünde aşifteler yükseltiyor sesini... Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor; Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor! Ancak bir dönem ?´Ben de müridinim´´ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi´nden Vâlâ Nureddin´e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu: ?Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ´ya kadar götürmüşüm. ?Sureti hemi zillest´ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap: Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil, Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil, Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi; Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...´´ (Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep) (Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici´nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles´in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım´ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ?´Sureti hemi-zillest´´ Eflatun felsefesinin özüdür.) Yukarıdaki satırlar Aksiyon Dergisi´nin 24 Ocak 1998 tarihli sayısındaki Şamil Kucur´un yazısından geniş bir özet olarak alınmıştır. Parantez içindeki açıklamalar bana aittir.