Osman Aydoğan


Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak


Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

İki üç gündür kar yağmaktadır. Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Kar yağışı artık bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Böyle anlarda vücudunuz belki sıcak bir çay, çorba içerek veya bir soba veya kalorifer karşısında ısınabilir… Ancak bu soğuklar karşısında ruhunuz nasıl ısınacak?

Ruhunuzun nasıl ısınacağını anlatmadan önce başka şeyler anlatayım sizlere…

Genç yazarlardan Burhan Sönmez'in (1965) güzel bir kitabı var: ‘’Labirent’’ (İletişim Yayınları, 2018) Kitabın tanıtım sayfasında şunlar yazar: ‘’İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen, gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar. Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeniçağ romanı.’’

Ve kitapta şöyle bir cümle geçer: ‘’Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. ‘Olmaz’, demiş genç adam, ‘seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun’. ‘Ama’ demiş yaşlı adam, ‘ben çıkmayan yolları öğrendim’.”

İşte böyle… Bir dost size ‘’çıkış yolunu’’ göstermese bile en azından ‘’çıkmayan yolları’’ size gösterir…

Bu nedenle bir dost arar insan… En bunalımlı, en zor zamanlarda, yalnızlığın derin ve güçlü kıskacı altındayken, zifiri gecenin bir anında, yollar karla kaplıyken, insan ruhunu ısıtacak bir dosta gitmek ister, gidemese de bir dost sesi duymak ister insan… Bu nedenle de gider karlı bir gece vakti bir dostu uyandırır…

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Dışarısı karlıdır, kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Ruhunu ısıtmak ister insan… İşte bu zaman insan büyük ırmaklardan bile heyecanlı olarak karlı bu gece vakti bir dostu uyandırmak ister. Uyandırmaya kıyamadığında da İsmet Özel’in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiirini zihninde takılmış bir plak gibi tekrar tekrar terennüm eder…

‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiiri İsmet Özel'in hayat, yalnızlık, ölüm, hüzün ve dostluk üzerine kurulu en güzel, en etkileyici nefis bir şiiridir. Şüphesiz, ruha dokunan, insanın ruhunu ısıtan bir şiiridir. Ruhu olanların bildiği, onlara hitap eden bir şiiridir. İsmet Özel'in gerçekten özel bir şiiridir. Özel bir dostu olanların şiiridir. Her dizesi insanı ayrı ayrı yaralayan bir masal şiiridir. Şiir sesinin ne kadar kuvvetli olduğunu bariz hissettiren şiirlerdendir. Ve aynı zamanda da İsmet Özel’in en iyi okuduğu şiirlerinden biridir: ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’

Her bir mısrası ruhu naif olanları yaralayan bir şiirdir: ''Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı.’’

Şiirin samimiyeti her mısrada masum bir çocuk gibi sarılmıştır:  "Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım."

İnsanın ruhuna batan bir şiirdir: "Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı."

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 

Şiir ilk olarak 1972’de yayınlanır… Şiir günümüzde, İsmet Özel’in kırk yaşına kadar yayınladığı dört şiir kitabındaki ve bazı dergilerde yer alan şiirlerini topladığı ‘’Erbain (*) Kırk Yılın Şiirleri’’ (Tiyo Yayınları, 2012) isimli kitabında yer alır.

İsmet Özel’in şiirde bahsettiği kişinin, karlı bir gece vakti uyandırmak istediği dostunun, bir zamanlar çok sıkı "kardeşi", ‘’kankası’’ olduğu ve birlikte ‘’Halkın Dostları’’ dergisini kurduğu ve yönettiği Ataol Behramoğlu olduğu ve şiiri de ona ithaf ettiği rivayet edilir.  

İsmet Özel, 1974 yılına kadar sol politik çizgide kalır. Bir sorgulama döneminin ardından son ulaştığı noktada Türkiye’deki Sol'un “güdük bir kalkınma ideolojisinin yedeğinde, hiçbir tarihi birikimi esas almaya yönelmemiş ve Batı aydınlanmasının temel taşlarından nasibini almamış bir sol” olduğu sonucuna varır. Ondan sonra farklı bir mecraya yönelir.

Aslında İsmet Özel'in eleştirdiği Türk Solu’nun durumu sadece Türkiye'ye özgü bir durum da değildir. Uzun yıllardır Avrupa Solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı da bocalamaktadır... Schröder’ler, Blair’ler, adları ‘’sol’’ da olsa iktidarları boyunca hep ‘’neo liberal’’ politikalar uygularlar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, İngiltere’den bir daha Oscar Wilde, William Shakespeare, Thomas More kalitesinde yazar ve düşünürler çıkmaz… Türk Solu bu süreci Avrupa'dan çoook daha önce yaşar… Ayrıca Türkiye'de Sol hiçbir zaman stratejik düşünemez, kişisel hırslar uğruna bölündükçe bölünür. Türkiye'de Sol; CHP, SHP ve DSP adı altında üst üste aynı seçimlere girerek ülkeyi ''demokrasiyi hedefe ulaşınca inilecek bir tramvay olarak gören'' bir zihniyete iktidarı altın tepside sunar... Hatta Türk Solu'nun bir kısmı ''Hukuk''u böylesine bir zihniyetin emrine verecek bir anayasa değişikliğine ''yetmez ama evet'' diyebilecek kadar kullanılışlı ve idraksizdir. Türk Solu'nun bir kısmı da askerî darbeleri ''iyi darbe'' ve ''kötü darbe'' diye tasnif edebilecek kadar demokrasi bilincinden, ''Enverist'' karakterdeki darbeleri de ''Kemalist'' karakterde zannedecek kadar da tarih bilincinden yoksundur. Bir kısmı da liboş, bir kısmı da dönek, bir kısmı da ilkesizdir. Ve Türk Solu her daim pratiği teoriye kurban ederek darbe üstüne darbe yer, yenilgi üstüne yenilgi yaşar ve halen de bocalaaaar durur…

Ancak Türk Sağı ise daha kötüdür. Türk Sağı'nın elinde körü körüne bir ABD yandaşlığı, eşbaşkanlığı ve jandarmalığı dışında ellerinde hiçbir şey yoktur... Ellerinde sadece içeriğini bile bilmedikleri, okumadıkları, okusalar bile anlayamadıkları ve meta haline getirip ticaretini yaptıkları bir kutsal kitap, Arap hayranlığı, ne olduğunu bile bilmeden peşine sürüklendikleri ve ırkçılık olarak anladıkları kuru bir milliyetçilik ve taklit bir liberallik vardır.  Türk Sağı'nın zihninde ve fikrinde ne edebiyat, ne felsefe, ne sanat, ne tarih bilinci ve ne de demokrasi bilinci vardır. Onlara göre ‘’demokrasi’’ hedefe gelince inilecek bir tramvay gibidir. Onlar, tarihlerini dizilerde, geçmişlerini masalda, geleceklerini ise falda okuyanlardır… Vazgeçtim ''Hukukun Üstünlüğü'' ilkesini, vazgeçtim ''Hukuk Devleti'' ilkesini, Türk Sağı, ''Kanun Devleti'' ilkesine bile sahip değildir. Türk Sağı'nının zihninde ''Hukuk'' bir araç, ''Adalet'' ise sadece dillerinde ve adlarında yer alan sıradan ve işlevsiz bir kavram olarak kalır…   

''Din'' de ''Hukuk'' gibi Türk Sağı'nın elinde kullanılan bir araçtır. Günümüzde bile dinin en yüksek temsilcisi Diyanet İşleri Başkanı Ortaçağ’da Papa’nın cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vaadedebiliyor. (Gazeteler, 10.02.2020) Aynı Diyanet İşleri Başkanı, bir camii açılışında elde kılıç, ülkenin kurucusuna lanet okuyabiliyor. Dinin en yüksek temsilcisinin içine düştüğü acziyete ve sefalete bakar mısınız!

Mustafa Kemal Atatürk'ten sonraki iktidarlar ülkeyi, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S. Eliot’un (Thomas Stearns Eliot) ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) ismindeki şiirindeki gibi hiçbir kökün kavramadığı, hiçbir dalın büyümediği bir taş döküntü, çorak bir ülke haline getirirler… (What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish? ‘’Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?’’)… Bu taş döküntü sonucu; ormanları yakıla yakıla, ağaçları kesile kesile, doğası katledile katledile sadece ülke coğrafyası çoraklaşmaz, Mithat Paşa’nın Taif’de boğulmasından beridir ülke aydınları katledile katledile ülkenin zihni de çoraklaşır, çölleşir… 

Ülkenin en meşhur şairleri bile Fransız şairler Baudelaire’nin, Mallarme’nin, Verlaine’nin taklidinden öte gidemezler… 

Günümüzde de ‘’küreselleşme’’nin dayatmasına karşılık insanlık; ‘’etnik-dini’’ bir yeniden ‘’kavimleşme’’ ile ‘’ümmetleşme’’ ile ‘’ırkçılık’’ ile ve ‘’popülizm’’ ile yanıt verir. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alır. Sanayi kapitalizminin yapısı çöker. İşçi sınıfı kalmaz. Sendikacılık tükenir… Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan, bu değişime göre politika belirleyemeyen, çözüm üretemeyen ve çare bulamayan düşünceler, sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocalarlar, sürekli oy kaybederler… Meydan da kavimleşmeyle, ümmetleşmeyle, ırkçılıkla ve popülizmle hemhal olan siyasete ve siyasetçilere kalır…

Yıllardır ülkede, sağıyla, soluyla insanlarımızın zihni; önyargılar ve duygularla beslenerek, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilir… İnsanlarımızın okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekeleri engellenir… İnsanlarımız, Sağ'ı ile Sol'u ile hamasetten bilgi seviyesine gelemezler, rasyonel, metodik ve analitik düşünceye sahip olamazlar…   

Bir demecinde ‘’yalnızlığı’’ şöyle tanımlar İsmet Özel: “Yalnızlar Allah’ın kendilerine, kendilerini unutturduğu insanlardır… Türkiye’de insanların çektiği yalnızlık ise iki katlı cehaletin baskısını duymaktan doğar. Kişi hem Batılı gibi ‘birey’ haline dönüşememiştir hem de Batılının elden düşme işporta malı kültürün tasallutu altındadır… Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkûm ettiği cehaleti reddetmekle başladı… Türkiye’de yaşayan insanın kendi mevcudiyetini tanıma hususunda emperyalizmin sunduklarını reddedip kendine özgü temeller aramaya başlaması zorla itildiği yalnızlık kabuğunu kırmasıdır.”

İşte böylesine bir yalnızlıktan kurtulmak için, böylesine bir kabuğu kırmak için, bu soğuklarda, ruhunu ısıtmak için böylesi karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak ister insan…

İsmet Özel’in bu şiiri işte tam da bu zamanların şiiridir:

"Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara."

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Yazık, İsmet Özel’in şiirinde söylediği gibi keşke şairler kadar cesur olsaydık!

Yazımın girişinde bahsettiğim Burhan Sönmez’in kitabında söylediği gibi; toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği bu yerde ve bu zamanda şiirin her bir dizesi üzerinde tüm bu anlattığım çerçevede düşüne düşüne okuyun derim…

Aslında seksen yıllık bir yalnızlığımızı anlatır şiir… Bu yalnızlıktan kurtulmak için şimdiye kadar ‘’çıkış yolu’’nu bulamadık… Ama en azından hangi yolların ‘’çıkmaz yol’’ olduğunu öğrendik…

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!…