Osman Aydoğan


İki Kardeş Hikâyesi


Şeyh Sâdî Şirazi (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Bundan dolayı Sâdî Şirazi (Şirazlı Sâdî) diye anılır. Şeyh Sâdî Şirazi´nin günümüzdeki en çok tanınan eserleri Gûlistan ve Bûstan´dır. Gülistan; ?´gül bahçesi´´, Bûstan ise ?´çiçek bahçesi´´ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe´ye çevrilmiştir. Günümüzde bu iki eser genellikle beraber yayınlanır: ´´Bostan ve Gülistan´´ (Nesil Yayınları, 2004) Bûstan´ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî´nin eserlerinde, çoğunlukla devlet adamlarına ve yöneticilerine yönelik öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Şimdi size bu büyük zatın bu kitabında geçen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum. İsmi: ´´İki Kardeş hikâyesi´´ Beğeneceğinizi umuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile (!)... *** Doğu taraflarında babaları bir, iki kardeş duydum. Kılıç kullanmada, at sürmede, ordu idaresinde pek mahirlermiş. Babayiğit, cesur, cüsseli, iyi düşünceli, bilgili kimselermiş. Oğullarının marifetlerini gören babaları, ölümünden sonra aralarında savaş çıkmasın diye, ülkesini ikiye ayırıp aralarında pay etmiş. Bir zaman sonra babaları hakkın rahmetine kavuşmuş. Ecel ümit ipini kesmiş, onu yanına almış. Şehzadelerin ikisi de hallerinden gayet memnun yaşıyorlarmış. İkisinin de epey yüklü hâzinesi, sayısız askeri varmış. Bir başına kalan şehzadeler, kendi görüşlerince yol tutmuşlar. Biri, isminin hayırla anılması için adalet yolunu tercih ederken; diğeri, daha çok zengin olmak için zulüm yolunu seçmiş. Âdil şehzade, lütuf ve ihsanı kendine âdet edinmiş, yoksullarla düşkünlere kol kanat germişti. Misafirhâneler, tekkeler, zaviyeler yaptırmış; askerlerine iyi bakmış; yoksullar için aşevleri açtırmıştı. Hakkı, hukuku, adaleti, hürriyeti esas almıştı. O diyarda kul hakkı yemek en büyük suçtu. Adalat ve hürriyet şehzadenin şiarı idi. Şehirleri yerli yabancı ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Misafirhaneleri, hanları, hamamları, kervansarayları tepeleme, tıka basa yerli ve yabancı ziyaretçilerle doluydu. Ecnebi müteşebbisler ve tüccarlar ülke ile iş yapmak için sıraya girmişlerdi. Hem devletin hâzinesi dolmuş olmuş hem de ahalisinin kesesi dolup taşmıştı. Tabi ki böylesi bir memlekette yaşamak çok kolay, zira huzur, sükûn ve refah isteyen herkes oraya koşar. O, iyi adla anılmak isteyen şehzade, güzel huylu, doğru işli idi. Her konuda halkının gönlünü alıyor, gece-gündüz Rabbine şükrediyordu. Karun gelse, o ülkede korkusuzca yürür gezerdi. Padişah, âdil; halk, tok olduktan sonra insan neden suç işlesindi! Kısası, şehzade zamanında kimsenin gönlüne değil diken, bir gül yaprağı bile dokunmamıştı. Gücünü saltanattan değil, halkından alarak nice padişahların önüne geçmişti. Etrafındaki ulu kimseler bile onun fermanına gönül rızasıyla boyun eğmişti. Halkı refah içinde, huzurlu, mutlu ve mesut idi... Peki ya ötekisine, hani zulüm ve kötülük yolunu tutan diğer şehzadeye ne oldu? Bu şehzade hâzinesini tıka basa doldurmak için esnaf ve köylüye ağır vergiler saldı. Kayyumlar vasıtasıyla işadamlarının mallarına göz koydu. Yoksulları daha bir yoksul eyledi. Yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine yoksulları kömür torbaları ve erzak keseleri ile kandırmaya çalıştı. Kendisine bin odalı saraylar yaptırdı. Ülkeyi ´´bizler´´ ve ´´onlar´´ diye eşşeğin heybesinden düşmüş Acem karpuzu gibi ikiye böldü. Düşkünleri binbir belaya saldı. Ama asıl kendine düşmanlık etti. Dost kazanacağına habire düşmanlarını artırdı. Akıllı kimseye malum olur, tutuğu yol hiç de doğru değildi. Hukuku, kadıları, yüksek mahkemeleri, matbuatı ve cerideyi emrine, adaleti ise ayakları altına aldı, kendisine yar olmayan ceridecileri ve muhalefetin mebuslarını mahkum ettirdi. Eşkıya ile küffar diyarlarında müzakereler yaptı, komşu ülkedeki haramilere Teşkilât-ı Mahsusa vasıtasıyla esliha (silahlar) gönderdi, o ülkede karışıklıklar çıktı, bu nedenle de o ülkeden milyonlarca mülteciyi kabul etmek zorunda kaldı, bu mültecilerden binlercesi küffar diyarlarına iltica etmek isterken yollarda telef oldu, kalanlar ise her köşe başında ser sefil dilenci oldu. Ülke içindeki haşhaşilerle ittifaka girdi, onlara ne istiyorsa verdi, haşhaşileri devletin ve askeriyenin en üst mevkiilerine yerleştirdi, adeta devleti haşhaşilere teslim etti, haşhaşilerden olmayan askerlerine uyduruk belgelerle açılan kumpas davalarda müddei umumi (savcı) kesildi ve eski bir erkân-ı harbiye reisini eşkıya başı diye zindana attırdı. Canı sıkıldıkça sadrazamlarını azletti, ülkede liyakat değil sadakat geçer akçe oldu. ´´Dindar ve kindar nesil´´ yetiştireceğim diye ilime sırtını dönü, cehaletin ve cehaletten kaynaklanan şiddetin ekmeğine yağ sürdü. Eşkiyaları telef edeceğim diye şark vilayetlerindeki bazı il ve ilçeleri 7.4 büyüklüğünde zelzele görmüşcesine tarumar etti. Komşu ülke hududu tüm eşkiya tayfasının yol geçen hanı oldu. Ülkenin dört bir tarafında bu eşkıya tayfalarının bombaları patlar oldu. Onar yimişer, kırkar, ellişer, yüzler miktarda insanlar bu bombalarla katledildi. Başlangıçta sözde ´´Barış´´ diye müsamaha gösterip azdırdığı eşkiya ile mücadele ederken de asker, zaptiye, memur çok şehit verdi. Yetmedi askerlerini komşu ülkeye saldı. Oradan da çok şehit geldi. Ülke sanki Taziye Cumhuriyetine döndü. Ülkedeki asayişsizliği, adaletsizliği, hürriyetsizliği ve zulmü duyan diğer ülkeler alışverişlerini kestiler, iş yapmaz, mal almaz, ziyaretçi göndermez oldular. Köylü, ekmez; esnaf, iş yapmaz oldu. Halk aç ve sefil, kahroldu. Birde bütün bunların üstüne besleyip büyüttüğü kargalar -pardon- haşhaşiler ayaklanmaya kalkıştılar. Haşhaşilerin kalkışmasını bahane ederek ülkede örfi idare ilan edip istibdat idaresine geçti. İstibdat idaresini de bahane ederek ülke içinde ne kadar muhalif varsa zindanlara tıktı, ne kadar beğenmediği kamu vazifelisi varsa görevinden azletti. Yine istibdat idaresi altında yaptırdığı şaibeli bir oylamayla kendine uygun kanuni esasiyi halkına kabul ettirdi. Başlangıçta kendisinin müddei umumi olduğu haşhaşilerin kumpas davalarında; sonrasında da haşhaşilerin ayaklanma girişimi ardından ordusunu tarümar etti, yerle yeksan eyledi. Ülke içinde Ebu Süfyan´ın, Muaviye´nin, Yezid´in, Haccac bin Yusuf´un, Kutaybe bin Müslim´in yolunda gitti. Hüda´yı, Settar´ı, Rezzak´ı dilde sakız, gönülde nâkıs eyledi. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye memleketlerine yapılan Haçlı Seferlerinde Papa II. Urbanus´un, Papaz Pierre L´Ermit´in, Godfrey de Bouillon´un, III. Konrad´ın, VII. Louis´in, Friedrich Barbarossa´nın, II. Filip´in, Richard´ın, II. Henry´nin, Papa III. Innocentius´un, II. Friedrich´in, IX. Louis´in, Sen Louis´in ve I. Edwardi´nin müttefiki ve onların eşbaşkanı oldu. Eskiler; harici siyaset dost kazanma sanatıdır derlerdi. Ancak bu kuralı unutarak bütün düveli muazzamayı, düveli tıfılı ve düveli ahbarı kendine düşman eyledi, etrafında dost bırakmadı. Bu duruma ´´Değerli yalnızlık´´ diye teselli aradı. Dâhili siyaset ülkede sulhu, huzuru ve sükûnu sağlamak içindi. Ancak güttüğü siyaseti ile memleket dâhilinde huzur ve sükûn da bırakmadı. Şehzade perişan haldeydi. Hiçbir ahdine vefa göstermemişken; şimdi kimden, ne vefa bekleyecekti! Vergi toplayacak, para alacak halkı da yoktu ortada. Ahalinin bedduaları şehzadenin yakasını bırakmadı. Zorbalık yaparak yaşadığından, iyilerin yolunu hiçbir zaman tutmadı. Şehrin ileri gelenleri toplanıp yurtlarını istila eden düşman şahının huzuruna çıkarak ona şöyle seslendiler; ?Bahtiyar olasın. O zorbanın artık devri bitti. Düşüncesi yanlış, sezgisi hatalıydı. Adaletle hükmetmek dururken, çareyi zulmetmekte aradı.? İki kardeşin hikâyesi işte böyle! Biri, iyi adla anılırken; diğeri, kötü adıyla rezil oldu. Kötülerin akıbeti asla iyi olmaz. Şeyh Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan, Nesil yayınları, 2004