Osman Aydoğan


İçe dönüş! (5)


Zihnin orada olduğunu size zihin söylüyor. Aldanmayın. Zihin hakkında bütün sonu gelmez tartışmaları üreten zihnin kendisidir, kendi korunması, devamı ne genişlemesi için. Sizi zihnin ötesine götürecek olan, zihnin kıvrılıp bükülüşlerini ve çırpınışlarını dikkate almayı düpedüz reddetmektir. Varlığın ve yokluğun ötesinde hakiki olanın sonsuzluğu yatar. Gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Ruh kendisini iyileştirir, ona engel olan zihindir. Dış hayatınız önemsizdir. Bir gece bekçisi olarak da mutlu yaşayabilirsiniz. Önemli olan iç âleminizde ne olduğunuzdur. İçsel huzuru ve mutluluğu kazanmak zorundasınız. Bu, para kazanmaktan çok daha zordur. Hiçbir üniversite size kendiniz olmayı öğretemez. Hemen, şimdi kendiniz olmaya başlayın. Sizin olmayan her şeyi bir taraf atın ve durmadan derinleşin. Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi siz de öylece, sizin olmayan pek çok şeyi atmak zorundasınız, ta ki sahiplenemeyeceğiniz, sizin olmayan hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Bakacaksınız ki zihnin çengel atıp tutunabileceği hiçbir şey kalmamış. İşte o zaman artık siz kendiniz değilsiniz, siz kendi nedeni bulunmayan nihai nedensiniz. Bütün sahta kimlikler atıldığında, geriye o her şeyi kucaklayan sevgi kalır. Sevgi, ?ben her şeyim´ der. Bilgelik, ?ben hiçbir şeyim´. İdrak edeceksiniz ki bilmek sevmektir, sevmek bilmektir ve hayatım bu ikisi arasında akıp gider.´´ *** Şehriyar bana bunları anlatırken; bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd´da bir sonbahar daha geçmişti gözlerimin önünden... Bir sonbahar daha geçmişti Celâlâbâd´da rengârenk, bir güz daha geçmişti Celâlâbâd´da pastel pastel, renk renk... Şehriyar bana bunları anlatırken; Celâlâbâd´ın tam da üzerinde kuzeyden sanki ona kol kanat germişçesine, o muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş aşağılara doğru inmişti. Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşamıştı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurmuştu yüzüne insanın? Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi gelmişti hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk bakmıştı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında... Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serilmişti yerlere? Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar Şükûfe Nihal´in şiirinde olduğu gibi ruhumla öpüşmüş gibiydi? Şehriyar bana bunları anlatırken; uğultuları gelmişti rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitmişti evlerine ve yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti... Şehriyar bana bunları anlatırken; yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler? Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı´ya dua eden bir insanmışçasına? Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, ince ince yağan bir karın yeryüzüne beyazdan bir örtü serercesine geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların... Daha erken olmuştu akşamlar...