Osman Aydoğan


Han Duvarları


Faruk Nafiz Çamlıbel´in ?´Han Duvarları´´ isimli şirinden önceki yazımda Bekir Sıtkı Erdoğan´ın ?´Hancı´´ şiirini verirken benzerliklerinden dolayı kısaca bahsetmiş, alıntılar yapmıştım. Faruk Nafiz bu şiirini, umutsuz aşkı Şükûfe Nihal´den ayrılmak için 1922 yılında Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayinini isteyip atama gerçekleştiğinde Kayseri´ye giderken yazar. Bu konuyu bu sitede (Şehriyar) ´´Aşka Dair´´ bölüminde (okuduğunuz sayfanın hemen sol yanında!) yayımladığım ve Şükûfe Nihal´i anlattığım ?´Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım?´´  isimli yazımda daha detaylı olarak bahsetmiştim.

Faruk Nafiz önce trenle Ulukışla´ya gelir. Buradan da at arabasıyla Kayseri´ye geçer. Ve ?´Han Duvarları´´ şiiri buradan, Ulukışla´dan başlar. Ve şiir Faruk Nafiz Çamlıbel´in Ulukışla´dan Kayseri´ye at arabası ile yaptığı üç günlük yolculuğu anlatır. Şiiri bu kadar etkileyici kılan şairin şiirde kullandığı kelimeler ve duygudur. Şiir için edebiyatçılar; ?´duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu´´ derlerdi. İşte bu tanım tam da bu şiir için geçerlidir. Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ?´Han Duvarları´´ şiiri, aslında şiirin yolculuğa bürünmüş halidir.

Şiirde birkaç mevsim birden anlatılır.. Aylardan marttır. Ulukışla ve Niğde, Araplıbeli´ne kadar bu ay hala kış ayı gibidir, soğuk ve karlıdır... Şiirde de belirtildiği gibi Niğde´den Kayseri´ye giderken Araplıbeli geçildi mi Yeşilhisar ovası gelir. İşte bu ayda da Yeşilhisar ovası uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsimindedir. Bu mevsimler şiirde net olarak -Yeşilhisar´ın ismi zikredilmeden- anlatılır. 

Şiirin içinde parça parça Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın hüzünlü hikâyesi de koşma şeklinde anlatılır. Aslında iki şiir iç içedir. Biri koşma diğeri modern şiir türünde yazılan iki şiir bir şiirde buluşur. ?´Han Duvarları´´ şiirinin en önemli özelliği de budur. İstanbul ile Anadolu´yu birleştirir, aydın ile halkı kaynaştırır.  Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tam olarak bilinmemektedir. Şiirin akışına göre Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile Faruk Nafiz mart aylarında ve bir yıl arayla arka arkaya bu hanlarda konaklayarak seyahat etmişlerdir. 

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın hikâyesi hüzünlüdür, gamlıdır, kederlidir. Ve bu hikâye tam olarak da Anadolu´nun o zamanki insanının hikâyesini anlatır.

Faruk Nafiz´in bu yolculukta konakladığı ilk han Ulukışla´daki Öküz Mehmet Paşa Hanı´dır. (Şimdiki adı Kervansarayı´dır. Bakkallar market, berberler kuaför, kahveler cafe, binalar plaza olunca hanların da kervansaray olmasını çok görmemek gerek.) Faruk Nafiz´in konakladığı ikinci han Niğde´deki handır. Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın bu han duvarına yazdığı koşmayı 1921 yılına tarihlendiğini bilir.  Çünkü şiirinde şöyle diyordu Faruk Nafiz: ´´Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... ´´ Bu şu demektir: koşmanın yazıldığı tarih Mart 1337´dir. Yani Mart 1921´dir. "10 yıldır ayrıyım Kınadağı´ndan" diye başlayan mısra ile Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın 1911´den beri evine dönemediğini anlar. Bunun nedeni ise; savaşlardır. Balkan Savaşı´dır, Çanakkale Savaşı´dır, 1. Dünya Savaşı´dır, Kurtuluş Savaşı´dır... Aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, Anadolu insanının, savaştan savaşa koşan Türk askerinin sembolüdür. Maraşlı Şeyhoğlu Satımış´ın en büyük derdi, en büyük acısı ayrılıktır, evden, aileden, sevgiliden ayrı kalmaktır, rüzgârın önüne katılmış kuru bir yaprak misali huduttan hududa sürüklenmektir.

?´Han Duvarları´´ şiiri Ulukışla´dan Kayseri´ye coğrafyayı anlatırken Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın dizeleri ise tarihi ve bütün bir hayatı anlatır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın dizelerinde hüzün vardır, ayrılık vardır, gurbet vardır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın dizeleri Faruk Nafiz´in yolculuğunun Kayseri´den önce son durağı olan İncesu´daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa´nın yaptırdığı handa son bulur.

Faruk Nafiz şiirinde bu dizelere başlamadan şöyle der:

´´Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.´´ 

Şiirde ayrıca geçecek ama ben bu koşmanın tamamına burada yer vermek istiyorum:

On yıl var ayrıyım Kınadağı´ndan    
Baba ocağından yar kucağından    
Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
Huduttan hududa atılmışım ben  

Gönlümü çekse de yârin hayali    
Aşmaya kudretim yetmez cibali    
Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
Rüzgârın önüne katılmışım ben

Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ın İncesu´daki handa duvarda son dizelerini görünce bu son dizelere yer vermeden önce şiirinde söyle ifade eder: ?´Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!´´

Garibim namıma Kerem diyorlar    
Aslı´mı el almış haram diyorlar    
Hastayım derdime verem diyorlar    
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ım ben

Faruk Nafiz bu dizelerden sonra şiirine şöyle devam eder:

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes´in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu´nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:    
      "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" 

Anlıyoruz ki; on yıldır baba ocağından, yar kucağından ayrı kalmış, gönlü çekse de yârin hayali aşmaya kudreti yetmemiş cibali (dağları), bir çiçek dermeden sevgi bağından, rüzgârın önüne katılmış bir kuru yaprak misali huduttan hududa atılmış, gidemediği memleketinde Aslı´sını da ellerin alıp, bu nedenle kendisine Kerem, hastalığına da verem denilen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, terhisinden sonra memleketi Maraş´a ulaşamadan Hakk´ın rahmetine kavuşmuş... İşte Maraşlının bu hikâyesi, bu derdi, bu sıla hasreti ve bu çaresizliği insanın yüreğini dağlar, burnunun direğini sızlatır, ruhunu incitir?

Değişen nedir? Ne değişti ki! Tarih birebir tekrrür etmiyor mu?

Halen de Arap çöllerinde hesapsız, kitapsız, izansız, öngörüsüz, bir hırs, bir mezhep uğruna;

Az değil midir, varmadan Maraşlı gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Şimdi şiirin tamamını okuma vakti:

Han Duvarları

                        -Osmanzâde Hamdi Bey´e-

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, 
Bir dakika araba yerinde durakladı. 
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, 
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... 
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, 
Ulukışla yolundan Orta Anadolu´ya. 
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! 
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, 
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... 
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, 
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, 
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... 

Ellerim takılırken rüzgârların saçına 
Asıldı arabamız bir dağın yamacına. 
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, 
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! 
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, 
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar 
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. 
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. 
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. 
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince 
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. 
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. 
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. 
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. 
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, 
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, 
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan. 
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan 
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, 
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... 
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine 
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. 

Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; 
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. 
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, 
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: 
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, 
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. 
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri 
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. 
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya 
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. 
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, 
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. 
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, 
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. 
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı 
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı. 
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler 
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... 
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, 
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; 
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, 
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, 
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. 
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa 
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; 

"On yıl var ayrıyım Kınadağı´ndan 
Baba ocağından yar kucağından 
Bir çiçek dermeden sevgi bağından 
Huduttan hududa atılmışım ben" 

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... 
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. 
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! 
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; 
Araya gitti diye içlenme baharına, 
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına! ... 

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, 
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk. 
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri 
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. 
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, 
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... 
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, 
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. 
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, 
İki dağ ortasında boğulan bir geçide. 
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden 
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: 
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, 
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. 
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, 
Burada son fırtına son dalı kırıyordu... 
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, 
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. 
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; 
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... 
Gönlümde can verirken köye varmak emeli 
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli! " 
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana 
Biz menzile vararak atları çektik hana. 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş 
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. 
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, 
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor... 
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, 
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. 
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, 
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor; 

"Gönlümü çekse de yârin hayali 
Aşmaya kudretim yetmez cibali 
Yolcuyum bir kuru yaprak misali 
Rüzgârın önüne katılmışım ben" 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, 
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... 
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde 
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. 
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu´daydık, 
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. 
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, 
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! 

"Garibim namıma Kerem diyorlar 
Aslı´mı el almış haram diyorlar 
Hastayım derdime verem diyorlar 
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış´ım ben" 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında, 
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında. 
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! 
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı! 
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna, 
Post verenler yabanın hayduduna kurduna! .. 

Arabamız tutarken Erciyes´in yolunu: 
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu´nu? " 
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, 
Dedi: 
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! " 
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, 
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... 
Gönlümü Maraşlı´nın yaktı kara haberi. 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri 
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, 
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. 
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, 
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! 
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, 
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL