Osman Aydoğan


Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor


Doktorlar hep yanı başımda değillerdi, zaten çoğu da İngilizce bilmiyorlardı, Türkçe bilen hiç yoktu, Almanca bilen de hiç yoktu, Arapça da bilmiyorlardı, hemşirelerden de çat pat İngilizce bilen birkaç kişi vardı? Birisiyle konuşma ihtiyacı zamanla öylesine arttı ki, ciğerlerimdeki havaya nasıl muhtaçsam, konuşmaya da o kadar muhtaç olduğumu anladım. Kral Midas´ın hikâyesinde olduğu gibi; konuşacak birisinin olmayışı ölüme benzermiş. Geceleri yaralarımın yol açtığı kâbustan, gündüzleri kimsesizlikten zaman geçmezdi. Bu yalnız günlerimde 1889 - 1973 yılları arasında yaşamış olan Fransız varoluşçu filozof Gabriel Marcel´i daha iyi anladım. Gabriel Marcel´e göre ?´insan için var olmak, başka bir insana seslenmek´´ demekti. Marcel´e göre İnsan "seslenen bir varlık" olarak görünür; varoluş (existence) başkalarına yöneliştir insan için. ?´Ben varım´´ demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir. Yaralarım neyse de ?´ben varım´´ diyememek ne kadar zormuş, bunu burada daha iyi anladım? Kabil´de Vezir Akbar Han Hastanesinde vakit geçirmenin tek yolu çoğunlukla geçmişi yaşamak, çocukluğuma gitmek o muhteşem zamanı hâyâl etmek ve tekrar tekrar yaşamaktı. Geçmeyen zamanda hep çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirirdim. Çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı bir bir hatırlardım. Çocukluğumu hatırladığım zamanlar dalardım tabii, nadir çat pat İngilizce bilen hemşireler de takılırlardı bana ?´yine nereye gittiniz?´´ diye? Kâbil´e ilk geldiğimde okuduğum Albert Camus´un ´´Yabancı´´ isimli eserini anımsadım, bu kitaptan bir cümle aklımda kalmıştı. Şöyleydi o cümle: ?´O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.´´ Albert Camus´un ifadelerinden benim yaşadıklarımın tek farkı ?´hapishane´´ yerine benim ?´hastane´´de olmamdı. Vezir Akbar Han Hastanesinde kaldığım sürede çocukluğuma ait her bir şeyi ama her bir şeyi birebir yaşadım. Burada anladım ki; bu yaralı ve ateşli halimde beni ayakta tutan, bana güç veren hep bu çocukluk hatıralarımdı. Dostoyevski´nin şu sözünü şimdi daha iyi anımsadım ve anladım: ?´Hayatımızda en yüce, en güçlü, en yararlı dayanağımız ana baba evinden kalan hatıralarımızdır.´´ Ama hastanede en çok annemi hatırladım. Zaten hastaneye ilk geldiğimde bilincimin kapalı olduğu günler ve özellikle geceler sürekli annemi sayıkladığımı söylerdi hemşireler. Sabahlara kadar annemi sayıklarmışım. Halil Cibran, mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ?´anne´´ kelimesi, en güzel sözün de ??anneciğim´´ sözü olduğunu ifade ederdi. Hastanede gündüz hâyâl ettiğim, birebir yaşadığım çocukluğumun günlerini, ateşler içinde geçen gecelerimde farklı bir şekilde yaşar olmuştum: Hemen her gece Nisan aylarında memleketimizdeki bahçelerdeki kayısı ağaçlarının dallarının açmış çiçekleri arasında bir serçe kuşu gibi daldan dala konarak uçardım? Kayısı ağacı çiçek açtığında, henüz yaprakları olmadığından ağaç boydan boya bir gelin elbisesi gibi bembeyaz olurdu. Hele hele o çiçekli badem ağaçları yok muydu; çağla yeşili, pembesi, beyazı bir muhteşem harmoni oluştururdu. Bembeyaz bir çiçek deryasında uçsuz bucaksız bir sonsuzluk duygusu içinde uçardım.