Osman Aydoğan


Geçmişten bir hain adam ve şimdikiler...

Daha önceleri bu sayfalarda ‘’Kaht-ı rical’’ (Nitelikli devlet adamı eksikliği) başlığı ile bir yazı yazmıştım


Geçmişten bir hain adam ve şimdikiler...

Daha önceleri bu sayfalarda ‘’Kaht-ı rical’’ (Nitelikli devlet adamı eksikliği) başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu yazımın konusu bana yaşadığımız bir başka eksikliği daha çağrıştırdı: ‘’Nitelikli hain eksikliği’’ Evet, her şey bir tarafa günümüzün en büyük eksikliği ‘’nitelikli hain eksikliği’’dir… ‘’Kaht-ı rical’’ gibi bu deyimin de Osmanlıcası var mı bilmiyorum ama Osmanlıdan kalan bir ‘’nitelikli hain'' var onu biliyorum... İşte bugün de size bu ‘’nitelikli hain’’i anlatayım da nitelikli hain nasıl olurmuş bir görün…

Şimdi Osmanlıdan kalan bu ‘’nitelikli hain’’i anlatacağım ama burada zorunlu bir açıklama yapmam gerekiyor. Ben prensip olarak hiç ama hiç kimseye ‘’hain’’, ‘’düşman’’, ‘’kötü’’ vb. olumsuz bir sıfat kullanmam... Kullanmadığım gibi aklımdan bile geçirmem… Kimsenin de derinliğine karışmam… Cüneyd-i Bağdadî’; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır. Kim veli, kim deli siz bilemezsiniz’’ derdi… Halil Cibran da ‘’insanlar aynaya bakarak gördüklerini başkaları için söylerler’’ derdi… Burada geçen ‘’hain’’ ifadesi bana ait değil, bizzat bu şahsın kendisine aittir. Hatta kendisi için (yazı içerisinde yer verdiğim) ‘’hainlikse sunturlu hainim’’ ifadesini kullanır… 

Geçmişten bir hain adam

İşte bu hain adam 1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan o yıllarda ise Edirne vilayetine bağlı bir kaza olan Cesir (Mustafapaşa)'da doğar. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul’da bir Musevi okulunda okur.  İspanyolca ve Fransızcasını burada öğrenir. Babasının kaymakamlık yaptığı Gelibolu’da rüştiyeyi (ortaokul) bitirir. Galatasaray Lisesi’nden mezun olur.

Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye’den kovulduktan sonra 1890’da Tıbbiye’ye girer. Tıp eğitimi 1899’da bitirip doktor olur.

Okul hayatından beri isyancı, bireysel, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Tıbbiye yıllarında tanıştığı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu olur, ancak eşini 1903’te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken tüberkülozdan kaybeder.

1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosunda yerini alır. Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanır ve devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine de karşı çıkar. Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşerek İttihatçılarla mücadele için 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne girer.

1913-1918 arasındaki ittihatçı diktatörlük döneminde geçimini esas mesleği olan doktorluktan temin eder. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak atanır. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstâdı olur. 1919’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yapar. Darülfünun’da felsefe dersleri verir. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabalar. 

23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık konferanslar verir. 

Hain adama dair hatıralar:

İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz

Kuvayı Milliyeciler Anadolu'yu düşmandan kurtarmak için yoklukla savaşırken, düşman işgalindeki  Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi'nde) bir konferansı vardır;

 

Bu konferansta salon hıncahınç doludur. Bir süre önce, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman Gazi'nin babası, Ertuğrul Gazi için "Tatar yavrusu" diyen, Fuzuli'nin Türk olmadığını söyleyen İran edebiyatı hocası Hüseyin Danış Bey'in bu görüşleri tartışılacaktır.

Omuzlarına kadar inen uzun saçları ile kürsüye çıkar: "Sizi merakta bırakmamak için kanaatimi hemen söyleyeceğim, sonra da iddiamı kanıtlayacağım. Fuzuli, Türk değil, Acem'dir." Ön sırada oturan Süleyman Nazif ayağa kalkar: ''Yanılıyorsunuz, Fuzuli özbeöz Türk'tür, Azeri Türk'üdür!" Türk'tür, değildir tartışması sürerken kestirip atar: "Fuzuli'nin Türk olmasından ne çıkar? Siz Türkler, aranıza bir tek Fuzuli'yi almakla ne kazanırsınız?" Bir öğrenci bağırır: "Sen Türk değil misin?"  "Hayır, değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk'ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hâlâ İstanbul'da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin İslam âlemine duyduğu saygıya borçlusunuz." Öğrenciler ayağa fırlar, onu protesto etmektedirler. O diklenir: "Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim, bana bir halt edemezsiniz." Bardağı taşıran bu olur, bir öğrenci kürsüye fesini fırlatır, yüzlerce fes ona atılır, o da çeker gider.

Olaydan sonra öğrenciler bir sınıfta toplanarak, istiklal ve milliyet duygularına yabancı, saldırgan beş öğretim üyesi üniversiteden ayrılıncaya kadar "darülfünun grevi"ni başlatırlar.

1920 yılında Anadolu direnişi hakkında şunları söyler; "Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu'yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."

Dervişlik nedir?

Düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi ve kültür hazinesine sahiptir. Tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, taklitçiliği, sahne sanatçılığı, tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisi ile bütün tanıyanlarca övülür.

Tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisine örnek olarak şu şiiri gösterilebilir: Muhibbandan birisinin "dervişlik nedir?" sorusu üzerine o da sanki her devrin din tacirlerini anlatırcasına şu cevabı verir;

‘’İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!’’

(Şiirin tamamına yazımın sonunda yer veriyorum…)

Aynı zamanda hatiptir, şâirdir, pehlivandır, doktordur, ama esas olarak da filozoftur O. Bu nedenle de ‘’Feylozof’’ sıfatıyla tanınır.

Göz Aşinalığı

‘’Göz Aşinalığı’’ isimli bir şiiri vardır. Nasıl yazdığını kendi ağzından şöyle anlatır;

‘’Aksaray’da bir evde oturuyorduk ki, cephesi caddeye nazırdı. Evimizin sağ tarafında bir dar sokak başındaki evde de bir komşumuz sakindi. O komşumuzun genç, yetişmiş bir kızı vardı. Tuvaletiyle meşgul olurken pervasız davranırdı. Arada bir dönüp bana hışımla bakar ve derhal şirin bir eda ile tebessüm ederdi. Bu şiir, onun güzel tebessümünü ifade edebiliyor mu bilmem?’’:

 ‘’İsmini bilmezdim fakat tanırdım, 
Ne yosma bir çiçek takışı vardı. 
Kızıl saçlarını ateş sanırdım, 
Güneş nuru gibi yakışı vardı.

Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman, 
-Göllere gölgeler çöktüğü zaman-. 
Saçını çözüp de döktüğü zaman, 
Dalga dalga düşüp akışı vardı.

Hüsnünde bir eda var ki asıydı, 
Beni harab eden o edasıydı, 
Sevdalı gönlümün aşinasıydı, 
Yüzüme bir şirin bakışı vardı.’’

 (Aksaray: 1313 teşrin-i evvel)

Lisan bilgisi

Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Latince, İspanyolca, Arapça, Farsça, Arnavutça ve Ermenice dillerini okuma, yazma ve konuşma düzeyinde çok iyi derecede bilirdi. Bu lisanlara da öylesine hâkimdi ki, ana lisanı zannedilir.

Dr. Müfit Ekdal bir anısında O’nu şöyle anlatır;

 “O’nu tedavi ediyordum. Benim hastamdı. Bir Ramazan günü yolda giderken simitçi görür ve simit canı çeker. Adamcağız simidi yerken polis görür ve apar topar karakola götürür ve ‘Ramazan’da neden simit yiyorsun?’ diye sorar. Aslında Müslüman olan hastam da sıkıntılı durumdan kurtulmak için “Ben Müslüman değilim. Yahudi’yim” deyip işin içinden sıyrılmak ister. Karakola haham getirilir. Hastam da İbranice ve Musevilik inancı hakkında da bilgi sahibidir. Hamamla bir süre konuşurlar ve haham polise: ‘Bal gibi bizdendir Yahudi’dir’ der.’’

Kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdır.

Eserleri, hakkında yazılanlar

Dağınık haldeki makalelerinin pek çoğu Abdullah Uçman tarafından derlenip yeniden yayımlanır.

Şiirlerini topladığı ‘’Serab-ı Ömrüm’’, ilk olarak 1934’de Lefkoşa’da basılır. Abdullah Uçman tarafından 2005 yılında hazırlanarak yeniden basılır (Serab-ı Ömrüm, Kitapevi Yayınları, 2005) (Bu şiirlerinden birkaçına yine yazımın sonunda yer veriyorum.)

Bir kısım anıları da yine Abdullah Uçman tarafından toparlanarak ‘’Biraz da ben konuşayım’’ (İletişim Yayınevi, 1993)  ismiyle 1993 yılında yayınlanır. Yine Abdullah Uçman tarafından "Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi" (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1984) adlı eseri yayınlanır…

Ömer Hayyam çevirileri, Tevfik Fikret hakkında incelemesi ve Darülfünun'da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak ‘’Felsefe Dersleri’’ adıyla yayınlanır. Bu eserin transkripsiyonu 2001 yılında Dr. Münir Dedeoğlu tarafından günümüz Türkçesiyle yeniden yayınlanır. (ÜBL Yayınları, 2002)

Hakkında çokça yazılmıştır. Ancak en detaylısı Yazar Hilmi Yücebaş tarafından yazılmıştır. (‘’........ ......... Hayatı, Hatıraları, Şiirleri’’, Milli Eğitim Yayınları, 1978) (Birçok yayınevi tarafından bu kitabın baskıları yapılmıştır.)

Kimdir bu hain?

İşte uzun uzun anlattığım bu şahıs, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dır. Namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’dır... Kurtuluş Savaşı döneminde Artin Kemal’in, Cenap Şahabettin’in ve Hüseyin Daniş’in arkadaşı Rıza Tevfik’tir. Yüzelliklerden olan Refik Halit (Karay) ve Refi Cevat (Ulunay)’ın da dava yoldaşı Rıza Tevfik’tir... Yine o dönemin tescillenmiş ve tasdiklenmiş Artin Kemal’den başka, Sayit Molla, Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ile aynı cephede olan Rıza Tevfik’tir.. Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik’tir…

Kişiliği

Sevr delegelerden biri olan Rıza Tevfik bir Paris gazetesine demeç verir, demecinde der ki Rıza Tevfik; ‘’İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.’’

Falih Rıfkı, Rıza Tevfik’i şöyle anlatır; “Tevfik Paşa kabinesinde, Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik’i Maarif Nazırı olarak buluyoruz. Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içlerinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile... Bir Osmanlı Nazırı (Bakan) için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi.”

Kuva-yı Milliye karşıtlığı gerekçesiyle Yüzellilikler listesinde yer alır ve 1922 ve 1943 yıllarını Arap illerinde sürgünde geçirir. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan' da yaşar.

Sürgünde iken içinde özlem dolu, hasret dolu, gurbet dolu şiirini ‘’Uçun Kuşlar’’ ismiyle oğlu Mehmet Said’e yazar; ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’ başlığı ile…

‘’Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.’’

(Şiirin tamamına yazımın yine sonunda yer veriyorum…)

Ürdün’de sürgünde iken Matbuat Umum Müdürü’nün çıkardığı antolojide Refik Halit’den bahsedilip kendisinin adının dahi geçmemesine içerleyen Rıza Tevfik hemen bir telgraf çeker; "Maksat şairlikse şairim, hainlikse sunturlu hainim. O halde neden bu antolojide şiirlerimden bir tek mısra dahi yok. Bunu merak ediyorum."

Af Kanunu’nan yararlanarak 1943’de kendi ifadesiyle ‘’hesaplaşmak’’ için değil, ‘’vedalaşmak’’ için yurda döner.

Ömrünün sonuna doğru yaşadığı derin pişmanlık şu dörtlüğünden görülebilir;

"Divâne sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına... " (*)

31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Gureba (Garipler) Hastanesi’nde zatürreden ölür. Mezarı, Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’nda bulunmaktadır.

Ve günümüz

Bu ülkede böyle insanlar, böylesine şahsiyetler her zaman var ola gelmiştir. O zaman da vardı, bu zaman da vardır. Ama o zamanki bu şahsiyetler ile bu zamanki bu şahsiyetler arasında fark da vardır. Evet, fark da vardır; hiç olmazsa Osmanlı’nın bu şahsiyetleri görüldüğü gibi tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, edebiyat bilgisi ve entelektüel birikimi ile bütün tanıyanlarca övülürdü. Şimdiki bu şahsiyetlerin ise hiçbirisinin gerçek bir tarihi bilgisi, edebi ve felsefi altyapısı yoktur, sanatçı ruhları yoktur, kimisi liboş, kimisi entel, kimisi siyasetçi, kimisi din taciri, kimisi yağcı, kimisi yağdanlıkçı, kimisi ihale takipçisidirler. Tek ortak noktaları çıkarcı olmaları, her devrin adamı olmalarıdır… Bu şahsiyetler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. Bunların onlarcasını her gün TV’lerde ve gazete sütunlarında ayan beyan görmekteyiz zaten.

‘’Üzüm üzüme baka baka kararır’’ derlerdi ya belki de kim bilir girişte bahsettiğim ‘’kaht-ı rical’’ (nitelikli devlet adamı eksikliği) ile nitelikli hain eksikliği birbirini besliyordur: Nitelikli devlet adamı eksikliği nitelikli hain eksikliğine, nitelikli hain eksikliği de nitelikli devlet adamı eksikliğine yol açıyordur… Böylelikle niteliksiz devlet adamlarıyla niteliksiz hainler fokur fokur kaynayan vasatlığın çukurunda debelenip duruyorlardır...

Yazımı Rıza Tevfik’in yine sürgünde iken yazdığı şu şiiri ile bitirmek istiyorum:

"Yolcu yolun Ankara`ya uğrarsa,
sende de azıcık yiğitlik varsa,
git benden aldığın salahiyetle
şu fani sözleri mecliste söyle:
de ki, kanun yapan dalkavuklara,
horoz gibi öten o tavuklara,
o kanuna boyun eğmemek için,
şerefine leke değmemek için,
feylezof ömrünü ikiye böldü;
çölde hür yaşadı ve mes`ud öldü..."

Ne zaman Meclis'e abuk sabuk bir kanun teklifi sunsalar hep bu şiiri hatırlarım...