Osman Aydoğan


Geçmişten bir akil adam ve şimdikiler


Uçun Kuşlar ?´Sevgili oğlum Mehmed Said´e´´ Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere: Şimdi dağlarında mor sümbül vardır. Ormanlar koynunda bir serin dere, Dikenler içinde sarı gül vardır. O çay ağır akar, yorgun mu bilmem, Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem, Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem, Yüce dağ başında siyah tül vardır. Orda geçti benim güzel günlerim, O demleri anıp bugün inlerim, Destan-ı ömrümü okur dinlerim, İçimde oralı bir bülbül vardır. Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok, Öyle akarsular, öyle hava yok, Feryadıma karşı aks-i sada yok, Bu yangın yerinde soğuk kül vardır. Hey Rızâ kederin başından aşkın, Bitip tükenmiyor elem-i aşkın, Sende derya gibi daima taşkın, Daima çalkanır bir gönül vardır. Sürgünde iken içinde özlem dolu, hasret dolu, gurbet dolu şiirini ?´Uçun Kuşlar´´ ismiyle oğlu Mehmet Said´e yazar. ?????????

1869´da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan o yıllarda ise Edirne vilayetine bağlı bir kaza olan Cesir (Mustafapaşa)´da doğdu. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul´da bir Musevi okulunda okur. İspanyolca ve Fransızcasını burada öğrenir. Babasının kaymakamlık yaptığı Gelibolu´da rüştiyeyi (ortaokul) bitirir. Galatasaray Lisesi´nden mezun olur. Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye´den kovulduktan sonra 1890´da Tıbbiye´ye girer. Tıp eğitimi 1899´da bitirip doktor olur. Okul hayatından beri isyancı, bireysel, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Tıbbiye yıllarında tanıştığı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu olur, ancak eşini 1903´te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken tüberkülozdan kaybeder. 1907´de İttihat ve Terakki Cemiyeti´ne girer ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosunda yerini alır. Balkan Harbi´nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanır ve devletin Birinci Dünya Savaşı´na girmesine de karşı çıkar. Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşerek İttihatçılarla mücadele için 1912´de Hürriyet ve İtilaf Partisi´ne girer. 1913-1918 arasındaki ittihatçı diktatörlük döneminde geçimini esas mesleği olan doktorluktan temin eder. 1918´de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak atanır. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası´nın büyük üstâdı olur. 1919´da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yapar. Darülfünun´da felsefe dersleri verir. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabalar. 23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık konferanslar verir. Kuvayı Milliyeciler Anadolu´yu düşmandan kurtarmak için yoklukla savaşırken, düşman işgalindeki Darülfünun´da (İstanbul Üniversitesi´nde) bir konferansı vardır; Salon hıncahınç doludur. Bir süre önce, Osmanlı Devleti´ni kuran Osman Gazi´nin babası, Ertuğrul Gazi için "Tatar yavrusu" diyen, Fuzuli´nin Türk olmadığını söyleyen İran edebiyatı hocası Hüseyin Danış Bey´in bu görüşleri tartışılacaktır. Omuzlarına kadar inen uzun saçları ile kürsüye çıkar: "Sizi merakta bırakmamak için kanaatimi hemen söyleyeceğim, sonra da iddiamı kanıtlayacağım. Fuzuli, Türk değil, Acem´dir." Ön sırada oturan Süleyman Nazif ayağa kalkar: ´´Yanılıyorsunuz, Fuzuli özbeöz Türk´tür, Azeri Türk´üdür!" Türk´tür, değildir tartışması sürerken kestirip atar: "Fuzuli´nin Türk olmasından ne çıkar? Siz Türkler, aranıza bir tek Fuzuli´yi almakla ne kazanırsınız?" Bir öğrenci bağırır: "Sen Türk değil misin?" "Hayır, değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk´ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hâlâ İstanbul´da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin İslam âlemine duyduğu saygıya borçlusunuz." Öğrenciler ayağa fırlar, onu protesto etmektedirler. O diklenir: "Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim, bana bir halt edemezsiniz." Bardağı taşıran bu olur, bir öğrenci kürsüye fesini fırlatır, yüzlerce fes ona atılır, o da çeker gider. Olaydan sonra öğrenciler bir sınıfta toplanarak, istiklal ve milliyet duygularına yabancı, saldırgan beş öğretim üyesi üniversiteden ayrılıncaya kadar "darülfünun grevi"ni başlatırlar.