Osman Aydoğan


Fethin manevi önderi: Akşemseddin


29 Mayıs 1453, Fatih Sultan Mehmet´in İstanbul´u fethettiği gün.? Bugün ise ?Fetih?in 564. yıldönümü. Gerçi fethi kutlayanlar hep şatafatlı gösterilerle ve hamasi nutuklarla yetinirler, Fatih Sultan Mehmet´i hakkıyla pek anmazlar. Fatih Sultan Mehmet´i bile hakkıyla anmayanların, değişik kaynaklarda ?Manevi Fatih? olarak anılan, Fatih´in hocası Akşemseddin´i anmak ise akıllarına hiç mi hiç gelmez! Ancak Fatih´in hocası Akşemseddin´i ben anmasam da olmaz! Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul´u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındaydı... Fatih Akşemseddin ile İstanbul´a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı Akşemseddin´i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmed´i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler O´na Layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder. Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden çadırına girdiğinde, hocanın ?ayağa kalkmaması?na şaşırmış ve çok içerlemişti; diğer hocalar: ?Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin? deyince o gece yine ziyaretine gider? Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin´le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih´e verdiği ders ise ?alçakgönüllü?lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıydı? İstanbul´u almak ne kadar önemliyse, ´´kendini beğenmemiş´´ kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi? Fatih, hocası Akşemseddin hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der. Akşemseddin´in asıl adı Muhammed bin Hamza´dır. 1390 yılında Şam´da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük´te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır. Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya´nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık´a müderris (Günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî´nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı: ?´Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara´ya git. Orada Hacı Bayram Velî´ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.´´ Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara´daki Hacı Bayram Camii´nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî´den, bugünkü diplomanın karşılığı olan ?ilimde icazet? alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı ?Maddet-ül-Hayat? adlı kitabında diyor ki; ?Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.? Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır. Akşemseddin´in bu saptamasını Fransa´da, Akşemseddin´den tam 400 yıl sonra Pasteur dile getirir, ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin´i asla anmaz. Hele Akşemseddin´in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa´nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi´yi tedavi etmesini de Batı´nın tıp tarihi yazmaz; biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!.. Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,´´History of Ottoman Poetry´´ adlı eserinde, Akşemseddin´in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir. Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder. Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani´´ (İkinci Lokman) denilmiştir. Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuştur. Sultan II. Murat´ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram¬ı Velî birlikte Edirne´ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray´ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad ?Fetih bizlere müyesser olacak mı?? diye sorar. Hacı Bayram¬ı Velî de ?Siz ve biz bunu göremeyiz? ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır? der. Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu ?fetih günü?nü aynen bildirerek gideren, âyet¬i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin´di? Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret¬i Eyyûb el¬ Ensarî´nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister. Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el¬ Ensarî, Hazreti Muhammed´i Mekke´den Medine´ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret¬i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd´in kumandasındaki bir orduyu İstanbul´u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd´i de ?´uğurlu kişi´´ olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul´un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmiş. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret¬i Eyyûb´un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyormuş. Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir: ?Fatih Sultan Mehmet İstanbul´u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub´un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ?Beyim, Alemdâr¬ı Resulullah Ebâ Eyyûbü´l¬ Ensârî bu mahalde medfundur´, diyerek bir hıyâban¬ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb´un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han´a hitâben: ?Hünkârum, hikmet¬i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret´in kabri üzerine sermişler!´ Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: ?Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb¬ül Ensarî? diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret¬i Eyyûb´un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.´´ İşte asırlardan beri, İstanbul´un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.