Osman Aydoğan


Elhan-ı Şita (Kış Ezgileri) (2)


Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken ) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir. Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili. Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür. Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir? ´´Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.´´ diyor Humboldt eserinde.. Martin Heidegger de ´?Dil varlığın evidir´´ demez miydi... Mitolojik görüşe göre de her nesnenin özü adlarda saklıymış... Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanırmış... İsimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları varmış... Mitolojide geçerdi sanırım; ´?sözün gücü Tanrı´nın gücüne yakındır.´´ Yine mitolojide bir başka söz: ´?İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi, değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.´´ Bir Japon atasözü geldi aklıma bu noktada: ´?Kelimeler doğanın titreşimidir. Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa, yaratır.´´ Yine içimden geçen kelimelere takıldım? Ezelden ebede, bir sonsuzluğa doğru içimden bir yağmur gibi sağnak sağnak, bir çağlayan gibi şırıl şırıl, kayan bir yıldız gibi ışıl ışıl, pırıl pırıl akııııııııp giden kelimeler? Ruhumu yansıtan, içimi gösteren, benliğimi yaratan kelimeler ?İçimden geçenleri anlatacak cümleleri kuramadığım kelimeler?. Kelimeler, kelimeler, kelimeler? Kelimelerim içimden kar tanecikleri gibi düşerken yine benim velinimetim, herşeyim, başöğretmenim Şehriyar´ı anımsadım? O´nun sözleri geldi aklıma arda arda, ardı sıra; ??Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.´´ ?´Gözü açık rüyanızda, sustuğunuz ve derindeki kendinizi dinlediğiniz zaman, düşünceleriniz kar tanecikleri gibi düşer ve telaşla kanat çırpar ve boşluğunuzun bütün seslerini beyaz sessizlikle örter.´´ Cenap Şehabettin´in Elhan-ı Şita´sını anımsıyorum yine; ?´Başladı parça parça pervâze (pervâze; altın kırıntıları) Karlar Ki semâdan düşer düşer ağlar!´´ Şehriyar´ın söylediği gibi içimdeki kelimelerim ve düşüncelerim dışımdaki kar tanecikleri gibi düşmekte ve telaşla kanat çırpmakta ve içimdeki boşluğumun bütün seslerini beyaz sessizlikle örtmekteydi? Bir gün Şehriyar bana şöyle bir örnek vermişti: ?´Yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere ve düşüncelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde de benzer bir sonuçla karşılaşırız.´´ Bir keresinde de şöyle bir söz söylemişti Şehriyar: ?´İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı, kendi kendisini öğütür.´´ Şehriyar, Mevlânâ´nın şu sözünü de sık sık tekrar ederdi: ?´Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek, şereflenecek odur.´´ Mevlânâ´nın ve Şems´in burada ne kadar çok tanındığını ve sevildiğini hiç bilmezdim? Hemen herkes tanırdı Mevlânâ ve Şems´i buralarda? Hemen herkes severdi Mevlânâ ve Şems´i buralarda? Buralarda geçen bütün bu zaman boyunca, gün yirmidört saat hiç aralık vermeksizin sürekli zihnimden kelimeler uçuştu dallarından kopup nazlı nazlı yerlere düşen sararmış, kızarmış yapraklar misali, semadan salına salına düşen karlar misali, gökyüzünden gökyüzü delinmişcesine sağanak sağanak yağan yağmur misali... Çığ altında kalmışım da nefessiz, oksijensiz kalmışım gibi boğuldum bu kelimeler altında... Bir sele kapılmışımcasına sürüklendim, boğuldum bu kelimelerin altında.... Buralarda geçen bütün bu zaman boyunca, gün yirmidört saat hiç aralık vermeksizin kurabildiğim ender zamanlarda da zihnimden sürekli bir trenin vagonları gibi katar katar, bir kervan gibi sıra sıra, göç eden kuşlar gibi küme küme cümleler geçti... Ve zihnimden sürekli geçen bu cümlelerin altında bir trenin altında kalmışımcasına ezildim... Ve zihnimden geçen bu cümlelerin altında bir kervanın altında kalmışımcasına çiğnendim.... Ve zihnimden geçen bu cümlelerin arkasından göç eden kuşların peşine takılmışımcasına işte taaaa buralara, Kaf dağının ardına kadar savruldum... Cenap Şehabettin´in Elhan-ı Şita´sını anımsıyorum yine; ´´Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun, Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.´´ (Karlar, sessizliğin dualarının bütün nağmeleri Karlar, ruhların bahçelerinin çiçekleri) Buralarda geçen bütün bu zaman boyunca, gün yirmidört saat hiç aralık vermeksizin dallarından kopup nazlı nazlı yerlere düşen sararmış, kızarmış yapraklar misali, semadan salına salına düşen karlar misali, gökyüzünden gökyüzü delinmişcesine sağanak sağanak yağan yağmur misali sürekli zihnimden geçen kelimeler de Cenap Şehabettin´in Elhan-ı Şita´sındaki karlar gibi sessizliğimin dualarının bütün nağmeleriydi, ruhumun bahçesinin bütün çiçekleriydi; Ki geçen eyyâm-ı nevbaharı ararlardı.. (eyyâm-ı nevbahar: ilkbahar günleri) Ki hamûşâne dem-be-dem ağlarlardı. (hamûşâne dem-be-dem: sessizce ara sıra)