Osman Aydoğan


Bugünkü İslam coğrafyası neden ateş çemberi ile kuşatılmaktadır-III


Bu konudaki üçüncü ve son yazım?

Sayın Cumhurbaşkanı 13 Şubat 2017 günü Bahreyn´de gazetecilere sesleniyor ve diyor ki: ?´Artık kuru sözlerle geçiştiremeyeceğimiz bir süreçteyiz. Adeta bir ateş çemberiyle kuşatılan İslam coğrafyası ağır bir imtihandan geçiyor.´´

Madem kuru sözlerle geçiştiremeyeceğiz? Ben de içi dolu, ıslak sözlerle, bin yıl geriye giderek İslam coğrafyasının neden ateş çemberi ile kuşatıldığının en önemli sebebini açıklamak istiyorum?

Bugünkü İslam coğrafyasının ateş çemberi ile kuşatılmasının en başta gelen sebebi:  İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Horasan´ın Tus kentinde doğan İmam-ı Gazalî´nin (Hüccet´ül İslam -İslam´ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır?

Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ?´Tehâfütü´l-Felâsife´´ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak)  ?akıl, inanca ters düşemez? diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır.

Gazalî ?´Tehâfütü´l-Felâsife´´ isimli kitabında şöyle yazar: ??Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah´ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah´ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah´ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.?  

Ayrıca İmam-ı Gazalî ?´artık İslam tekâmüle erdi´´ diyerek İslam´da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Gazalî (1058-1111), ?İhya-i Ulum ud-Din? (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Işık yayınları) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: ?Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.? Gazalî, eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.

Gazalî ?´Tehâfütü´l-Felâsife´´ isimli eserinde, İbn-i Sina´nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ?´Kitab´uş Şifa´´sında (Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü´l Felâsife adı ile İbn-i Sina´nın felsefe doktrinini özetler. ?´Tehâfütü´l-Felâsife´´, İbn-i Sina´nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah´ın varlığını ve Allah´tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

İmam-ı Gazalî´den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ?´Tehâfüt et ? Tehâfüt´´ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)  (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ?´Çünkü´´ der İbn-i Rüşd; ?İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) aykırı olamaz.´´

Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin´de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. ?İlim Çin´de dâhi olsa gidip alınız.?,  ?Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.?,  ?İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.?,  ?Bir saatlik  tefekkür ? düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.? gibi İslam´ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)´in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur´anı Kerim Ra´d Suresi 19. ayette ?´innema yetezekkeru ulül ?elbab´´ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ?´Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler´´. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen  ?´ulül ?elbab´´ kavramını ?´akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir´´ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk´ün  belirttiği gibi; ?Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.? (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih Özdemir Atatürk´ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk´ün Söylev ve Demeçleri II ) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz.

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; ?astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır?. Marifetullah; ?´Allah´ı tanımak´´ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî´nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd´ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir.  Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri?yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî´yi desteklemişler, İbn-i Rüşd´ü ise ihmal etmişlerdir. İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri Gazalî´yi desteklemişlerdir çünkü Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Ancak İslam dünyasında Gazalî´nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî´nin görüşü Fatih Sultan Mehmet´ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul´u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529´da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu´dan Viyana´ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683´de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir. 

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo´dan Platon´a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd´ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd´ün eserlerinden öğrenerek Rönesans´ı başlatmıştır. Böylece Batı İbn-i Rüşd´ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî´nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye´dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd´ün manevi öğrencisidir.

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye´de yaşanan olaylar ile İŞİD,  Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.

2000´li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul´da düzenlenen 32 ülkeden 100´ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ?´Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı´´nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: ?Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90´ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye´de, Irak´ta değil. Libya´da, Pakistan´da, Afrika´da, Myanmar´da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap´lar, İŞİD´ler, Boko Haram´lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.? Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça ?se-le-me? kökünden türemiştir ve anlamı ?barış?tır.)

O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam coğrafyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza,  Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich  Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour´un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ?´Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir´´ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye´de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan´da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970´lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam´la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam´ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ?´Yeşil Kuşak´´ ve ?´Ilımlı İslam´´ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika´yı, Irak ve Suriye´yi ve tüm Orta Doğu´yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye´de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Bugün için Afganistan´dan, Irak´a, Suriye´ye, Libya´ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta  El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır.. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa´nın 5´inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler.

İslam coğrafyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî´nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam coğrafyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa´da Rönesans´a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle bu coğrafyanın insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir.

Sonuç

Aynı başlık adı altında üç ayrı yazımda bugünkü İslam coğrafyasının ateş çemberi ile kuşatılmasının sebeplerini anlatmaya çalıştım.

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğunu yaşayarak görmekteyiz...

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov´un bir tespiti vardır: ??Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.´´ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir.

Ayrıca bu coğrafyaya hâkim olan ve coğrafya için politika belirleyen güçler İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger´in şu sözünü hiç unutmamalıdırlar: ?´Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.´´

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk´ün ?´Yurtta sulh, cihanda sulh´´ ilkesidir.

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkararak insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını ?akılcı ve insancıl? değerler, ?zihin özgürlüğü? ve ?insan onuru? gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir. 

Bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim´in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da cennete dönüşecektir. 

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği yoktur. Aksi takdirde bir bin yıl daha geçse bu coğrafya bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.   

Bugünkü İslam coğrafyasının ateş çemberi ile kuşatılması bir sonuçtur ve ben üç gündür üst üste yazıyorum bu sonucun sebeplerini? Ve sebepler ortadan kalkmadan sonucun bin yıl da geçse değişmeyeceğini?

Acaba bu durumdan şikâyet edenler bu yazdıklarımdan bir şeyler anlıyorlar mı?

İbn-i Haldun; ?Coğrafya kaderdir? derdi? Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ?´Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.´´ derdi?

Ben ise üç gündür dedim diyeceğimi?

Hz. Allah Kuran-ı Kerim´de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ?´Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.´´ (Yunus Süresi 100. Ayet)