Osman Aydoğan


Bozkırın tezenesi

O, Sarı Saltuk’un, Baba İshak’ın devamı olan ‘’abdallık’’


Bozkırın tezenesi

O, Sarı Saltuk’un, Baba İshak’ın devamı olan ‘’abdallık’’ geleneğinin günümüzdeki son büyük temsilcisiydi, bozkırdaki mücevherdi o. Sazın ve sözün büyük ustasıydı o…  

Bağlamanın göğsüne değil, Anadolu insanının bağrına bağrına vururdu o… Sözleri ve müziğiyle insanı dünyanın en derin yalınlığına çekerdi o.

Bitmeyen bir gurbetti, bir sılaydı, uçsuz bucaksız bozkırdı o… Ruhun derinliğine yol bulan ırmaktı o... Kelimeler asla kifayetsiz kalmazdı onun dilinde… Anlatılması bir imkânsız duyguları, söylenmesi bir mümkünsüz düşünceleri su gibi anlatan efsaneydi o… Türkçe’nin tarih içinde yolculuğunun özetiydi o… Derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilen tek kişiydi o... Bu coğrafyanın bağrı en yanık, gözünden yaş, gönlünden aşk eksik olmayan bir garip adamıydı o...

Bütün o yoksulluğunu kendi üslubunca bir iki satırla anlatıverdi bir TV belgeselinde: ''Öyle sap saman nirdeeee, tavuk cücük nirdeeee.. Ekmaanan (ekmek ile) geçinirdik. Dedi bana birisi ki, bubanın (babanın) sazınla gel. Bubamın sazınla dilenmeğe gittik, köy köy…’’ Eşek sırtında Yozgat- Yerköy’e uzanan bu yolda bir kere olsun eşeğin sırtından babasını indirmediğini de şu sözleriyle diyiverdi öyle hamiyetperver edâ ile hiç de gururlanmayarak: ‘’Babam yürürken ben nasıl bineyim ki eşeğe?’’

Ki memleketim Kayseri Yeşilhisar'da eskiler hala anlatırlar onun kasabamıza geldiğini, köy köy dolaşarak saz çalıp türkü söylediğini...

Kendi demesiyle 13 -14 yaşına kadar hem kerem olmuştur, hem abdal… Doğuştan âşıktır… ‘’Alaacaan başını, gideceeen benim gibi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm gibi…’’

Bir türkü meclisinde yine istek üzerinde ‘’Zahidem'’’i söyler. Türküyü bu kadar içten söylemesi üzerine eşraftan biri, bu aşk hikâyesine atfen, "aslı var mıdır?" diye bir sual sorar. Usta şöyle cevap verir: "Aslı olmasaydı Kerem bunca yanar mıydı?"

Selda'yı Selda yapan "mahpushaneye güneş doğmuyor" türküsünün kaynağıydı o…

Selda Bagcan'a hitaben: ‘’Siz insansınız, biz insanoğlu’’ diyen kişiydi o…

Bir TV canlı canlı yayınında "hepimiz gardaşız aslında, ayıran kendini ayırır" diyen kişidir o.

Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde devlet sanatçılığı teklifini "devlet sanatçılığı ayrımcılık yaratır. Ben halkın sanatçısı olarak kalmayı tercih ederim" diyerek geri çeviren, ''kimse kimsenin önünde eğilmesin’’ diyerek el öptürmeyen, alçakgönüllü, karşısındaki insanları yücelten, mütevazı bir cevher, değeri biçilemeyen türden bir sanatçıdır, bir insanlık ustasıdır o… ''Efendim”siz başlayan tek bir cümle kurmazdı o.

Uzun süre kaldığı Almanya’dan Türkiye’ye döndüğü vakit çok lüks bir otelde misafir edildiğinde oteldeki en sıradan sandalyeyi bulup odasına koyar. O bile şatafatlı geldiği için ucuna oturur sandalyenin. Koltuğa davet edildiğinde orada rahat edemediğini söyler. Bu dünyaya da ucundan kıyısından ilişmişti zaten o. Osmanlının yüzlerce yıllık deneyimiyle imbikten süzercesine özetlediği “şeref-ül mekân, bi’l-mekîn” düsturunu hoyratça “şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a çevirenlere ders verircesine dünya malı bir adım ötesindeyken gidip tahta bir sandalyenin kenarına ilişmişti o.

“Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası, fazladır. İnsan, tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yiyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir…” diyen Anadolu’nun Abdal geleneğinin son temsilcisidir o…

Âşık Mahzuni Şerif kendisine şiir yazmıştır. Mahzuni Şerif vefat ettikten sonra halefi tek o kalmıştı. Abdal geleneğinin son temsilcisiydi o...

Dünya çapında bir sanatçıyken bile TRT’nin siyah beyaz ekranlarında hala ‘'Kırşehirli mahalli Sanatçı’sı” payesindeydi o.

Ömrünün son on, onbeş yılı hariç hep geçim sıkıntısı içinde yaşadı. Telif hakları ödenmedi, eserleri talan edildi. Sadece ''Kalan Müzik'' sahip çıktı haklarına... 

Eserlerinde ismini bile geçirmeyen, eserlerinde sadece ‘’Garip’’ mahlasını kullanan garip Anadolu’nun garip bir ozanıdır o…

Bozkırın tezenesiydi (*) o…

Yaşarken de bugün de kıymeti, değeri, asaleti hiç bilinmeyen bir ozanımızdı o…

O ozan Neşet Ertaş’tı…

Hiç bir eserinde ismini geçirmemiştir. Hani olur ya; "Neşet der ki" der insan değil mi? Ama o dememiştir işte. Halkına söylemiş her sözünü, onlara bırakmış kelamlarını. "Hiç bir türkümün içinde Neşet veya Ertaş adını duydunuz mu? Çünkü onlar halka ait, ben de halkın sanatçısıyım..." der usta. Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hâkimiyetiyle bütün yollardan türkü söyleyerek geçen Ertaş, babasının ‘’bize garip derler’’ şiarını bir amentü belleyerek sadece bu mahlası kullanmıştır: ‘’Garip’’

O da 1938’de Çiçekdağı’nda geldiği her şeyin sahte olduğu bu ''yalan dünya''nın ne kadar yalan olduğunu ispatlarcasına tam sekiz yıl önce bugün, 25 Eylül 2012 yılında "şu yalan dünya"dan terk-i diyar etmiştir. Bu çirkef dünyaya yakışmayacak derecede insandı o…

Zaten bu değerler gidince de virüsler bastı bu dünyayı… Korona ne ki!... Bir vefasızlık, bir saygısızlık, bir nezaketsizlik, bir hoyratlık, bir niteliksizlik, bir hodbinlik, bir gösteriş, bir hırs, bir afra, bir tafra, bir itibar hevesi, bir aza tamah etmeyiş virüsüdür dünyayı basan bu virüs…

Beyaz camlara bir bakın, hiç bu ozanımızı anan, hatırlayan var mı?

"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Sevdasız bahçenin gülü dirilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli..."

Allah rahmet eylesin.