Osman Aydoğan


Bir Gün Tek Başına

Üst üste Vedat Türkali’yi yazmam boşuna değildi…


Bir Gün Tek Başına

Üst üste Vedat Türkali’yi yazmam boşuna değildi… Bundan tam dört yıl önce, 29 Ağustos 2016 günü, ajanslarda şöyle bir haber geçmişti: ''Türk edebiyatının usta isimlerinden olan Vedat Türkali, 29 Ağustos 2016 Pazartesi günü saat 06.00'da Yalova'da tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti.''  Demek istiyordu ki ajans: ''Bir iyi edebiyatçı daha bir iyi ata binip gitti...''

Şair ve Yazar Vedat Türkali’yi vefat yıldönümünde bir romanı ile anmak istiyorum. Ama romandan önce bir sitem!

İyi adamlar, iyi atlara binip binip gidiyorlar

Bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar zaten... Yerleri doldurulmadan... Bizler de yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu söyleye söyleye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengarenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan...

Bu gidişle, rengarenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; gittikçe susuz, gittikçe verimsiz, artan bir şekilde çorak ve kurak bir çöle dönüştüğünü anlamadan...

Bu gidişle, ‘’bir gün tek başına’’; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta kelimesiz kalacağımızı anlamadan… 

Bu gidişle, dipsiz kuyuların kör karanlıklarda; susuz, gıdasız, fersiz, nefessiz, havasız kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…

Yine romana geçmeden kısaca Vedat Türkali…

Vedat Türkali

1919’da Samsun’da doğar. Asıl adı Abdülkadir Demirkan'dır. Ortaöğrenimini Samsun Lisesinde, yükseköğrenimini 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlar. Pek kimse de bilmez ama kendisi öğretmen subaydır. Yüzbaşı rütbesiyle Maltepe ve Kuleli Askerî liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. 1950’li yıllarda TKP’nin içinde yer alması nedeniyle 9 yıl ceza alır.  TSK ile ilişiği kesilir. Yedi yıl hapiste yatar. Cezaevinden çıktıktan sonra mahkeme kararıyla soyadını Pirhasan olarak değiştirir… Türkali soyadı, kitapları basılsın, senaryoları onaylansın diyedir…

‘’Şair Vedat Türkali’’ diye iki gün önce ilk yazımda anlattığım Merih Hanım ile 1942’de evlenir. 1944’te kızı Deniz, 1951’de de oğlu Barış doğar. Kızı Deniz Pirhasan oyuncu, oğlu Barış Pirhasan ise kendisi gibi senarist, yönetmen, şair ve yazardır… Eşi Merih Pirhasan, 31 Ekim 2013 tarihinde vefat eder….

Romanlarından; ‘’Bir Gün Tek Başına'’ romanında bir insanın iç çelişkilerini açıkça ortaya koyar… ‘’Mavi Karanlık’’ romanında sorunlu ama naif Nergis’e âşık eder… ’’Güven’' romanında ülkenin bir dönemini derli toplu anlatır. ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ romanında 1970'li yılların Türkiye’sindeki ‘'dönek aydınlar’’ı anlatır.  

Vedat Türkali, roman, yazı ve söyleşilerinde özellikle 12 Eylül ile birlikte Türk aydınında başlayan erozyonu anlatır. Erozyonu da değil aslında Türk aydınının aydın olmadığını anlatır. Türkiye solunun eleştirdikleri feodaliteyi bizzat yaşadıklarını anlatır... Sokakta "kahrolsun faşizm" diye bağıranların, eve gelince eşlerine, sevgililerine uyguladığı faşizmini anlatır.

Özet olarak Vedat Türkali, sağı ile solu ile ülkenin kocaman bir ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ne dönüştüğünü anlatır. Bu nedenle her iki tarafa da yaranamaz, hep hedef tahtasına konur.

Vedat Türkali, "Düşündüğünü söylemekten korkarsa kişi, düşünmekten de korkmaya başlar" derdi. Aynen o hale geldi ülke….

Bir gün tek başına

Vedat Türkali'nin bu eserlerinden 749 sayfalık ilk ve en iyi romanı ‘’Bir Gün Tek Başına'’ ile Milliyet Yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır.

Ve ben bu kitabı 12 Eylül'den hemen sonra 1980 veya 1981 yılında okuyorum, çok sevdiğim arkadaşım Zihni Erderen'in elinde görerek. Ondan alıp okuyorum... Sonra yetmiyor, anlamak için bir daha, bir daha okuyorum...

‘’Bir Gün Tek Başına'’ yeniden var olduğuna inanmak için son şansını kaybeden bir erkeğin, ilk yürek sızısında kaybeden bir kadının iç acıtan hikâyesini anlatan can acıtıcı bir kitaptır. Bir o kadar da öğreticidir. Bu romanda 1980’lerden sonra yaşayan herkesin kendisinden bir şeyler bulduğu bir kitaptır. Zor bir kitaptır. Okuduktan sonra duyarlı her insanda derin izler bırakır. Okurken de zorlanır insan. Hayatın siyah yanını görenler için yorucu bir kitaptır. Politik bir paranoya panoramasıdır. Modernleşmenin en sancılı dönemlerinde birey sorunları yaşayan karakterlerden Türkiye’ye yansıtılmış genel bir panoramadır bu roman. Karanlık ve kasvetli bir dönemin sıkıntısını ve o her şeye gebe günleri yansıtabilmiş boğucu, rahatsız edici bir romandır.

27 Mayıs 1960 harekâtına yaklaşılırken, son 5 - 6 aylık bir zaman dilimidir romanda geçen... Bir aşk hikâyesi fonunda bir dönemi, o dönemin siyasetini, sınıf uzlaşmazlığını, mücadelesini ve devrimciliğini, parlamenter diktatörlüğün karanlığında umutsuzcasına el yordamıyla direnmeye çalışan bir toplumu anlatır. İçinde evlilik kurumu, toplumsal sorunlar, provokasyon, derin devlet yer alır... 

Romanda bencil, ürkek, kuşkulu ve kaypak Kenan, evinde olabildiğince ağır iki çeki taşı; karısı Nermin ve kızı Zeynep yer alır... Devrimci ateşi sönmüş Kenan’ın karşısına, devrimci ateşi yeni yeni alevlenmeye başlayan bilinçli, gözü pek ve dirençli Günsel çıkar.  Günsel’le Kenan’ın aşkının perde arkasında kıvıl kıvıl kaynayan bir toplum vardır...

Kenan, romanda Günsel’in kendisini aldattığından şüphelenir. Günsel ise başkalarının dedikleri doğrultusunda Kenan’ın polis olduğundan... İnsanların tek çareleri, tek güçleri olan "güven"i yıkılır sağ-sol adına.

Kitabı okuyan bütün erkekler kadın kahraman Günsel’e âşık olurlar ve Günsel’e benzer birini ararken helak olup evde kalırlar. Ve Günsel, Kenan’la beraber okuyan herkesi dipsiz bir kuyuya iter…

Nermin’e ve Zeynep’e üzülürken Kenan’a kızar ve acımaya başlarsınız oysa farkedersiniz ki Kenan bir zavallıdır. Nermin ve Günsel canınızı acıtır.  Son satırlarında hüngür hüngür ağlarsınız. Sonra yine bir daha fark edersiniz ki Kenan olsa olsa şöyle bir adamdır: '’İçimizden biri’’ 

Hiç ama hiç unutmazsınız Günsel’inin Kenan’ın evini aradığında Nermin’in verdiği yanıtı: "Alo buyrun ben Nermin"

Bu roman içinde yaşadığımız coğrafyanın kayda değer bir tarihi ve sosyolojisi olduğunu öğretir ve bu coğrafyadan beslenen romanların ne kadar keyifle okunabileceğini gösterir.  

Kitabın başlarında şöyle bir cümle geçer: "Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, arasına bir şey koymazsan, kendi kendini öğütür, bitirir". Kitap bittiğinde de kafanızdaki değirmenin öğüteceği bir dolu şey vardır.

Roman bittiğinde “Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürdün şimdi de; kara kara tütüyorum" diyerekten yapar finali Kenan.

Romanın bir bölümünde (s. 535) Vedat Türkali, dün verdiğim kendi şiiri olan ‘’İstanbul’’ şiirine yer verir.

Bu kitabın ne demek istediğini belki de bir gün tek başına kaldığınızda anlıyorsunuz. ‘’Bir gün tek başına’’ romanı her şeyin sonunda yalnız, yapayalnız kaldığımızı, ne yaparsak yapalım aslında yapayalnız olduğumuzu yüzümüze çarpıyor.   

Romanın daha ilk sayfada müthiş bir tespit yer alır; ''Okumaktan başka bir işe yaramıyorsa, kitaptan iyi afyon yok.'' Bu boğuntudan, bu karamsar gündemden kurtulmak istiyorsanız işte zaman tam da kafayı bulma zamanı diye düşünüyorum...

Kitap bittiğinde farkedersiniz ki kitap içinize oturmuş.  Ah ediyorsunuz. Ve anlam veremiyorsunuz bu ülke niye savaşmış kendi kendiyle kaç kere diye. 50-60 yıl sonra bile Türkiye niye hala aynı yerinde diye soruyorsunuz kendi kendinize içinizz acıyarak, içiniz cız ederek!.

Ve kitap bittiğinde, etrafımızda roman kahramanı Kenan’dan ne kadar da çok bulunduğunun, her yerin, her tarafın Kenan kaynadığının, artık Günsel’lerin de kalmadığının farkına varıyorsunuz…

Kitap bitiyor ama kitaptan bir cümle aklınıza mıh gibi takılıp kalıyor: "Ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Ben Günsel’i bekliyorum."

Evet, kitaptaki gibi; şimdi de ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Godot’yu beklesek daha iyi ama artık Günsel’ler de gelmiyor!