Osman Aydoğan


Aslolan hayattır?


Eylül, Ekim derken güz aylarının, hazan mevsiminin, sonbaharın yarısını bitirdik. Dışarıda solgun solgun ama hala sıcak güneş epil epil parlıyor. Yaprakları sararmış ağaçların altındaysanız eğer dalların arasından güneş size üzgün üzgün, mahsun mahsun göz kırparcasına bakıyor? Ağaçlardan yere dökülen altın sarısı, kıpkırmızı yapraklar renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyorlar. Kulak kabartırsanız bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlıkları duyulmaktadır. Çünkü birazdan kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Sonyazdan kalan günlerde güz güneşinin hissettirdikleri yazılarıma, seçtiğim şiirlerime de yansıyor. Baharla yenilenen coşkuyla çağlayan duygular, güz aylarıyla birlikte durağanlaşıyor, dinginleşiyor ve nedensiz bir hüzne götürüyor insanı? Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet´in ?´Memleketimden İnsan Manzaraları´´ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye´nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten: Hatice, Piraye, Pirayende. Doğum yeri neresi, kaç yaşında sormadım, düşünmedim, bilmiyorum. Dünyanın en iyi kadını, dünyanın en güzel kadını. Benim karım. Bu bahiste realite umrumda değil... 939´da İstanbul´da tevkifhanede başlanıp..... ..............biten bu kitap ona ithaf edilmiştir. Piraye, Nazım´ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşi. Bu diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunu, fakat Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesi´nde, bir kısmı da Bursa hapishanesinde tutuklu imiş. Genç ve güzel kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. İlk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris´e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye´nin babası da Nazım hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950´de çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış. Nazım, Piraye´sine bir mektubunda şöyle yazıyor: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin´in inkılâbı ve inkılâbın Marx´ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet´in Hatice Zekiye Pirayende Piraye´yi sevmesi gibi seviyorum." O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor. Ancak öyle olmuyor? Öyle bir saadet olmuyor... Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar... Aslında Nazım´ı sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin? Tıpkı Eylül´ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım? Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım´ın aşkları? Çünkü Nazım´ın aşkları da birazdan kıpkırmızı yapraklar gibi birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım´a gönül verir. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.