Osman Aydoğan


Adalet

Aristoteles söylerdi;  ‘’Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.


Adalet

‘’Adalet’’ konusunda Prusya Kralı Büyük Friedrich’in, Potsdam Ormanlarındaki değirmenci hikâyesini biliriz… Kendi değerlerimizden Fatih’in adaletini, Hz. Ömer’in adaletini de biliriz de içeriğini, anlamını, ağırlığını aslında pek bilmeyiz…

Teee eski zamanlardan Aristoteles söylerdi;  ‘’Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.’’  Aristoteles göre, herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir… Ne yazık ki günümüzde artık hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluk adalet için yeterli değildir… Günümüz hukuk sistemi artık 19. yüzyıldan kalma düşünce sisteminden ve 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemlerinden tamamıyla farklıdır…

Günümüzde 19. yüzyıldan kalma anlayışla hukuk icra eyleyerek yasaları uygulamak ‘’adalet’’ dağıtmak demek değildir. Yönetimler adil olmayabilir… Yasalar adil olmayabilir... Yargıç yasaları birebir uygulayan kişi değildir. Eğer yargıç, birebir yasaları uygularsa çok zalim olmuş olabilir. Yargıç herhangi bir olayda yasayı, kanunu, yönetmeliği, yönergeyi uygularken, durumun özelliklerini gözeterek, yasaları yorumlayarak adaleti uygulamalıdır, yasaları, kanunları birebir tatbik ederek değil…

Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir... Ancak ne yazık ki günümüzde yasaları uygulayacak olan yöneticiler alenen yasaları çiğneyebilmekteler.... Tıpkı YSK’nun yasanın açık ve net hükmüne rağmen, kendisini yasama erki yerine koyarak mühürsüz oyları geçerli sayabildiği gibi… Mahkemeler ise; FETÖ’nin ağababaları, FETÖ’ye ne istediyse verenler, FETÖ’yü himaye edenler ve Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel peşkeş çekenlerin bir kısmı devletin en üst kademesinde mevki - makam işgal ederken, bir kısmı da dışarıda gerim gerim gerinerek gezerken hiçbir şeyden habersiz emir kulu erler ve askerî öğrencileri ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edebilmekteler.

Devletin gizli belgelerinin buluduğu Kozmik odasına dünyanın en büyük casusluk örgütünü sokarken seyreden mahkemeler,  Müyesser Yıldız'ı bir astsubayla görüşmesi nedeniyle casus diye tutuklayabilmekteler...

Cumhurbaşkanı ''Libya'da birkaç şehidimiz var'' diye açıklama yaparken, Teşkilat-ı Mahsusa kendi şehidine kendi adıyla çelenk gönderirken bunu devlet sırrını ifşa olarak görmeyen mahkemeler bunu haber yapan gazeteciyi devletin gizli sırrını ifşa etti diye tutuklayabilmekteler...

FETÖ'ye yıllarda salya sümük methiyeler düzenleri, teee ABD'ye kadar gidip el yaka öperek FETÖ'den talimat alanları, FETÖ ile işbirliği yapanları, FETÖ yoldaşlarını görmezden gelen mahkemeler yedi yıl önce attığı Twetler yüzünden muhalif partinin bir il başkana hüküm giydirebilmekteler...

Ülkenin eski bir Genelkurmay Başkanını PKK terör örgütünün iki numarasının ifadesiyle tutuklayan mahkemeler, ülkenin neredeyse tüm bir siyasetini belgeleriyle açık açık suçlayan birisini, devlet muhatap ve makbul kabul ederek kendisine koruma polisi vermişken suç örgütü lideri diye kılını kıpırdatmıyor…

Bunlar hukuk değildir… Bunlar adalet değildir... Bunlar Aristoteles'in teee Antik Çağ'dan söylediği, tanımladığı, anlattığı adalet değildir... Güçlüleri koruyup güçsüzleri korumayan bir hukuk düzeni hiçbir şekilde adaletli olamaz...

Gelelim ‘’adalet’’in önemine…

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Hele bu adalet duygusu devlet eliyle yok edilirse çöküntü çok daha büyük olur.

Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Yöneticiler, iktidar sarhoşluğuyla; şöhret, servet ve adaletsizlikte azdıkları zaman, ülkenin başını belaya sokarlar. Çünkü o zaman; kamu mallarını yandaşlarına peşkeş çekmeye, devlet kadrolarını ehliyetsiz dalkavuklara teslim etmeye, kendilerini savcı ve yargıç yerine koymaya, hukuku ihlal etmeye, her şeyi kendisinin bildiğini zannetmeye, ben yaptım oldu demeye ve diktatörleşmeye başlarlar. Bu durum, yöneticileri; gaflet, dalalet ve hatta hıyanet bataklığına sürükler. Onları azdıran ise; halkın ilgisizliği, cehaleti, demokratik tepkisini göstermekten korkması, sözde aydınların satılmışlığı, medyanın yandaşlaşması, iş adamlarının yalakalaşması, üniversitelerin yozlaşması ve sivil toplum örgütlerinin korkaklaşması ve sendikaların suskunlaşmasıdır. Bir memlekette hukukçular ve basın susarsa veya susturulursa o ülkede adaletten söz edilemez.

Bir ülkenin yöneticilerinin kitabında demokrasi, yazmıyorsa, özgürlükler yazmıyorsa, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, özgür medya kısaca demokrasiyi demokrasi yapan hiçbir değer bir ülkenin yöneticilerinin kitabında yazmıyorsa o ülkede zaten ‘’adalet’’ ölmüş demektir…

Adaletin öldüğü böylesi bir ülkenin ise; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline gelmesi kaçınılmazdır…

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ Tarihin, hukukun ve adaletin dışına, siyasetin ise içine düşmüş hukukçuların kulaklarında küpe olacak sözlerdir bu sözler…

Ben gevezelik ettim (zaten hep öyleyimdir) ama şu Hadis-i Şerif benim baştan beri anlatmak istediklerimi çok kısaca ve özlüce anlatmış zaten, ki iktidardakiler hepimizden daha fazla inançlı olduklarını iddia ederler; “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesad kaplar.”

Âhir zaman içerisindeyiz zaten... Etrafta ne âlim kaldı ne de hâkim... Bozuldu hepsi... Etrafta bozulmayan ne âlim ne de hâkim kaldığı ve ortalığı fesad kapladığı içindir ki zaten; elin gâvuru ''Berlin'de hâkimler var'' diye yarınına güven duyup huzur içerisinde uyurken biz de insanlar ''Allah hâkime düşürmesin'' diye dua edip geceyi uykusuz geçirip yarınlardan endişe ediyorlar... Ve muhtemel olarak da sebep olanlara ''zulmün artsın da tez zeval bulasın'' diye beddua ediyorlardır... 

Eğer;

Eğer; yasa koyucu, silahlı güç sahibi, silahsız güç sahibi, siyasi güç sahibi, yerel yönetici, bürokrat, medya ya da topluluğun öyle gördüğü kişi gitgide evrensel yanlışa gidiyor, Hakk’tan, haktan, halktan ve hukuktan uzaklaşıyorsa... Eğer ülkede doğru ve yanlış arasındaki sınır her zaman "kime göre, neye göre" ifadesiyle belirsizleşiyorsa... Eğer siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem vali ve hem polis oluyorsa... Eğer medya penguenleştirilerek maymunlaştırılıyorsa... Eğer medya yandaş, yalaka, yavşak, yılışık ve yalancı oluyorsa… Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, medya kısaca güç sahipleri yozlaşıyorlarsa...  Eğer adaleti uygulayacak olan mahkemeler adaleti dağıtmıyorlarsa, adaleti uygulamıyorlarsa: Hukuka, hukuk mekteplerine, mahkemelere, yargıça, savcıya da gerek yoktur. İlkel kabilelerde olduğu gibi reis veya onun yetki verdiği birisi beğenmediği basın mensubunu, gazeteciyi, beğenmediği düşünürü, yazarı, çizeri, beğenmediği siyasetçiyi veya gözüne kestirdiği kişiyi uçurumdan aşağı itsin daha iyidir. O kadar zamana, masrafa, israfa ve adalet saraylarına gerek yoktur. Hukuk varmış, adalet varmış, demokrasi varmış gibi yaşamaya gerek yoktur.

Çünkü ''mış'' gibi yaşamak yaşamın en rezilcesidir...